14 Kasım 2015 Cumartesi

AVARE

Avare, 1951 yapımı bir Hint filmi. Yönetmen Raj Kapoor, aynı zamanda Nargis Matter'le birlikte başrolde oynuyor. Senarist Khwaja Ahmad Abbas, filmin playback şarkıcılığını üstlenen ise Mukesh. Tema, “Efendinin oğlu efendi, hırsızın oğlu hırsız olur” önyargısı üstüne oturuyor. 


Hindistan’da aylar boyunca gösterimde kalan Avare filmi; Rusya, Romanya, Afrika, Orta Doğu, Çin’de de olağanüstü bir ilgiyle karşılandı. Türk sinemasında Sadri Alışık, Zeki Müren, Kemal Sunal, Cüneyt Arkın gibi ünlüleri etkiledi. Mavi Boncuk, Ağla Gözlerim, Kader Bu, Berduş, Çilekeş benzeri yapımlarda yeni Avare karakterleri yaratıldı.



Filmin konusu
Hakim Mithat, çok sevdiği Leyla’yla evlenmiştir. Bir gece evi basılır ve Leyla kaçırılır. Evini basanlar kötü şöhretiyle nam salmış Kaya’nın adamlarıdır. Geçmişte, Hakim Mithat’la Kaya’nın yolları bir mahkeme salonunda kesişmiştir. Hakim, Kaya’nın ailesinin hırsızlık yapan insanlarla dolu olmasından yola çıkarak, “Dürüst insanların çocukları namuslu, hırsızların çocukları ise namussuz olur” sözlerini söylemiştir. Hiçbir suça karışmamış Kaya’yı, ailesinden ötürü mahkum etmiştir. Bu olaydan sonra hırsızlık ve kötülükler yapmaya başlayan Kaya, intikam almanın peşine düşmüştür.

Kaya, Leyla’yı dört gün yanında tuttuktan sonra serbest bırakır. Hakim, çete reisiyle bir arada kalan eşinin durumu karşısında şüphelidir, çünkü Leyla hamiledir. İçini kemiren duygulara ve etrafı saran dedikodulara daha fazla dayanamaz. Doğumu yaklaşan Leyla’yı sokağa atar.

16 Eylül 2015 Çarşamba

İpek Yolu



Hindistan ve Uzak Doğu’nun ganimetlerini, haritada bir ceylanın zarafetiyle uzanan Orta Asya’dan Anadolu’ya vardıran, Akdeniz’in masmavi kıyıları üzerinden Avrupa’ya ulaştıran zorlu ve masalsı yol.

Çöllerde korsanlar pusu kurarlardı

Gündüzleri güneşin acımasızca kavurduğu, geceleri ise binlerce yıldızın serpiştiği gökyüzünün altında ilerlerdi İpek Yolu’nun kervanları. Diyardan diyara uçan yolcuların yorgun ve tedirgin fısıltıları duyulurdu uzaktan. Korsanlar dar geçitleri tutar, fırsat buldukları anda da pusu kurarlardı. Kervanları İpek Yolu’ndan geçen devletler koruyucu önlemler alırdı. Bıkkın gözler bir kervansarayı arardı özlemle. Yazları serin, kışları ocakta çıtırdayan ateşle ısıtılmış han odaları.

Taklamakan Çölü'nde sıcaklık 40 dereceyi bulurdu

Yol milattan önceki yüzyıllardan beri kullanılıyordu. Mısırlılar ve Romalılar, Çin’in harika ipeklerinden satın alıyorlardı. Ticaret yolunda en çok taşınan eşya ipek olunca güzergaha da ‘İpek Yolu’ adı verilmişti. Uzak Doğu'dan getirilen ipek ve baharat, zamanla Batı dünyasının uluslararası ilişkilerinde önemli rol oynadı, farklı dünyalar birbiriyle tanıştı. İpek Yolu yalnızca eşyaların ve yolcuların değil, aynı zamanda Doğu’dan Batı’ya-Batı’dan Doğu’ya bilginin, inancın, felsefenin, şarkı ve hikayelerin de taşındığı bir yol oldu. Hatta kağıt üretimi ve matbaa gibi keşifler İpek Yolu sayesinde Avrupa’ya sızdı.

İpek Yolu, Doğu'dan Batı'ya açılan kapıydı

Orta Çağ, salgın hastalıkların dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemdi. On dördüncü yüzyılda Çin’de veba salgını belirmiş, kemirgenlerden pireler yoluyla insanlara bulaşmaya başlamıştı. Kara Ölüm olarak da bilinen Büyük Veba Salgını, Asya’dan Avrupa’ya kadar tüm ülkeleri kırıp geçirmişti. Avrupa nüfusunun neredeyse üçte biri, tahminen 75 milyon insan bu salgında hayatını kaybetmişti.

Özellikle Taklamakan Çölü’nün kullanıldığı güzergah çok zorlayıcıydı. Yorgun kervanları yeryüzünün en acımasız sıradağları, derin uçurumlar ve buzlu geçitler karşılardı. Sıcaklığın yazın 40 derecenin üzerine çıktığı, kışın ise -20 derecenin altına düştüğü bölgede ani kum fırtınaları çıkardı. İpek Yolu’ndan geçen bir yolcu Anadolu’ya vardığında kendini adeta cennetin koynunda gibi hissederdi. Ege kıyılarında Efes ve Milet, Karadeniz’de Trabzon ve Sinop, Akdeniz’de Alanya ve Antalya limanları Avrupa’ya açılan mavi-yeşil kapılardı.

Yeni Çağ’da Avrupalı denizcilerin yeni kıtalara açılmalarıyla birlikte İpek Yolu önemini yitirdi, deniz taşımacılığı altın dönemini yaşamaya başladı. 

Asırlar boyunca sayısız eşyanın, bilim ve kültürün kardeşçe takas edildiği İpek Yolu, bugün anılarıyla tarihin tozlu sayfalarında yaşamaya devam ediyor. 

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Prof. Dr. Semra Germaner’i saygıyla ve kederle uğurluyoruz

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin değerli hocalarından Prof. Dr. Semra Germaner’i kaybettik. Hocamızın cenazesi, 12 Temmuz Pazar günü öğle namazını müteakip Erenköy Galip Paşa Camii’nden kalkacak.
Öncelikle ailesi ve yakınları olmak üzere, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve sanat camiasına sabır temennisiyle... 

Prof. Dr. Semra Germaner

Semra Germaner, 1967 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi yüksek resim bölümünden mezun oldu. 1968-73 yılları arasında Üniversité de Paris I Sorbonne Institut d’Art et d’Archéologie’de, Sanat Tarihi ve Çağdaş Sanat dalında lisans ve master eğitimini tamamladı. 1979’da İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde Son Osmanlı Dönemi İstanbul Ahşap Konutlarında Cephe Bezemeleri konulu tezle doktor unvanı aldı. 1985’te doçent, 1992 yılında ise profesör olan Semra Germaner, 1974’ten itibaren Mimar Sinan Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı. 1995’ten sonra ise MSÜ Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Başkanlığını sürdürdü.


Prof. Dr. Germaner’in Ortaçağdan 19. yüzyıla Osmanlı Sanatı ve Mimarlığı, Çağımız Türk Resmi konularında çeşitli makaleleri; ulusal ve uluslararası kongrelerde bildirileri bulunuyor. 1960 Sonrası Sanat ve 18.Yüzyıl Avrupa Resmi kitabı Kabalcı Yayınevi’nden, Prof. Dr. Zeynep İnankur ile birlikte yazdıkları Oryantalistlerin İstanbul'u İş Bankası Kültür Yayınları’ndan yayımlandı.  

10 Temmuz 2015 Cuma

Belki daha güzel bir hayat olabilirdi… Ömer Şerif

Arabistanlı Lawrence ve Doktor Jivago filmleriyle uluslararası üne kavuşan Mısırlı aktör Ömer Şerif, bugün Kahire'de geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda etti. 


Arabistanlı Lawrence filmiyle tüm dünyada tanındı

10 Nisan 1932 günü, İskenderiye'de, Michel Demitri Chalhoub adıyla doğan Ömer Şerif’in babası varlıklı bir tüccardı. Annesi ise kumara olan düşkünlüğüyle tanınan bir kadındı. 10 yaşındayken kilo vermesi için katı eğitimiyle bilinen bir yatılı okula gönderildi. Burada tiyatroya katılan Ömer, ilk olarak The Invisible Duke adlı oyunla sahneye çıktı. Sinema dünyasına adım atışı ise Sira Fi al-Wadi adlı Mısır filmiyle oldu.

The Blazing Sun sayesinde şöhretle tanıştı. Aktör olmasına şiddetle karşı çıkan babasını mahcup etmemek için ‘Ömer Şerif’ adını kullanmaya başladı. 1962 tarihli Arabistanlı Lawrence rolüyle iki Altın Küre’ye ve Oscar'a aday olan aktör, üç yıl sonra Doktor Jivago filmiyle Altın Küre'yi kazandı. 

Kahverengi gözleri Amerikan sineması için ilgi çekiciydi

Katolik inancına göre yetiştirilen Şerif, sevdiği kadın Faten Hamama’nın da etkisiyle İslam dinini seçti. Ancak Ömer Şerif’in parlayan şöhreti evliliklerine zarar vermeye başlamıştı. Çift boşandı. Faten Hamama yeni bir evlilik yaparken Ömer Şerif; Ingrid Bergman, Barbra Streisand ve Catherine Deneuve gibi ünlü isimlerle sayısız beraberlik yaşadı.


Sanki Annesinin kumar tutkusu Ömer Şerif’te devam ediyordu. Bir gecede, 750 bin sterlin kaybettiği zamanlar oluyordu. Kıyafetleri dışında sahip olduğu her şeyini yitirmiş, borç batağına saplanmıştı. Yalnız ve parasız bir adama dönüşmüştü. Mutsuzluğunun ve kumar tutkusunun gerekçesi olarak ise doğru kadınla karşılaşmamasını gösteriyordu. Telefon parasını dahi ödeyemeyecek duruma gelmişti. 

Gerçekten sevdiği tek kadın Faten Hamama ile...

Son yıllarında ülkesi Mısır’a döndü. Artık otel odalarında geçen yalnız bir yaşam sürüyordu. Sene başında Alzheimer hastalığına yakalandığı açıklandı. Hayatı boyunca sevdiği tek kadının ölüm haberini alınca hastalığı daha da ilerledi. 


Otel odalarında geçen yalnız bir yaşam

1999 yılında verdiği bir söyleşide, “Mutlu olduğum anlar var, ancak olmadığım anlar da var. Belki bazı insanların benimkinden daha güzel hayatları vardır. Umut ediyorum ki öyledir” demişti. 

Sistemle uyuşamayan deha, Albert Einstein

“Posta pulunu değerli kılan şey, gideceği yere kadar gönderdiğiniz postanın üzerinden asla çıkmamasıdır. Posta pulu gibi olun ve başladığınız işi mutlaka bitirin.”

Albert Einstein


Albert Einstein (1879-1955), Almanya’nın Ulm şehrinde doğdu. Henüz beş yaşındayken babasının oynaması için verdiği manyetik pusula beklenenden fazla ilgisini çekmişti. İbrenin hareketi onun için hayli gizemliydi. 

İçine kapanık bir çocuktu. Okuldaki tavrı bağımsız ve isyankardı. Otoriter öğretmenleriyle sürekli çatışma halinde oldu. 

On üç yaşındayken Immanuel Kant’ın, Saf Aklın Eleştirisi’ni ve Öklid’in Elementler kitabını okumuştu. En zor ve karmaşık problemleri dahi çözebilen Einstein, Pisagor teoreminin tekrar ispatını yaptı. Diferansiyel ve integral hesaplamaları ile analitik geometrinin karşısında büyüleniyordu.


1894’te ailesinin iflasıyla birlikte tüm düzenleri değişti. Lise ve yüksek eğitimini İsviçre'de tamamladı. Almanya vatandaşlığından ayrılarak 1901’de İsviçre vatandaşlığına geçti. 1909'da Zürih Üniversitesi'nde kuramsal fizik profesörü oldu ve 1921 yılında Nobel Fizik Ödülü'ne layık görüldü.

Einstein, özel görelilik ve genel görelilik kuramlarıyla iki yüzyıldır Newton mekaniğinin egemen olduğu uzay anlayışında devrim yarattı. E = mc2 denklemiyle formüle ettiği kütle-enerji eşdeğerliği yıldızların nasıl enerji oluşturduğuna açıklama getirdi ve nükleer teknolojinin önünü açtı. Kuantum mekaniğinin özellikle belirsizlik ilkesine şüpheyle yaklaşsa da yaklaşımları ileride geniş kabul gördü.

Mart 1933’te Avrupa’ya döndüğünde kısa süre Belçika’da kaldı, İngiltere’ye geçti, aynı yıl ABD’ye yerleşti. Princeton'da hayatını kaybetti. 

24 Haziran 2015 Çarşamba

Reçelsiz bir iftar sofrası eksik kabul edilirmiş

Orta Doğu’nun dünyaya mirasıdır reçel. Meyve, sebze ve çiçeklerin şekerle kaynatılması sonucunda elde edilir. Reçeli yapılacak bitkiler önceden şekerde bekletilir ve ardından kaynatılır ya da reçel şurubuyla birlikte kaynatılarak hazırlanır. 

Reçel, Orta Doğu'dan tüm dünyaya dağıldı

Milattan önce 510’da, Pers imparatoru Darius’un askerleri Hindistan’ın işgali sırasında şeker kamışıyla karşılaşınca hayrete düşmüşler.”Yedinci yüzyıla gelindiğinde şeker kamışının esrarını keşfeden Araplar, Kuzey Afrika ve Güney İspanya gibi gittikleri yeni topraklara şeker kamışı ekmeye başlamışlar. Haçlı Seferleri, Orta Doğu’nun tadına doyum olmayan reçel kültürünün Avrupa’nın içlerine kadar ulaşmasını hızlandırmış.


Osmanlı saraylarında reçelhane bölümü olurdu

Osmanlı saray mutfaklarında helvahane kısmı gibi reçel pişirmeye ayrılmış reçelhane kısımları varmış. Reçelhanelerde, hasbahçelerden toplanmış meyvelerden reçeller kaynatılırmış. İtibarı en yüksek olan reçel, “Reçellerin Sultanı” adıyla anılan gül reçeliymiş. Gülhane’deki bir köşkte sadece padişaha özel gül reçelleri kaynatılırmış. Sünnet eğlencelerine, düğünlere ve saray ziyafetlerine tat katan reçel, halk arasında da çok sevilirmiş. Reçelsiz bir iftar sofrası eksik kabul edilirmiş. 

Her çeşit bitkinin reçeli yapılabiliyor

Akla hayale sığmayacak sebze ve çiçeklerin de reçelleri yapılabiliyor. Menekşe, fulya, zambak, erguvan ve nilüfer çiçeğinden yapılan reçeller çok meşhur. Patlıcan, hurma, zeytin, kavun, badem ve kabağın da reçeli oluyor. 

Reçel tarih boyunca şifa vermiş

Tarih boyunca şifa veren bir yiyecek olarak görülen reçel, özellikle sabahları tüketildiğinde enerji kaynağı. Gül reçelinin karaciğer ve mide hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. Ağaç kavunu reçeli, bronşit ve nefes darlığı için yararlı. Ceviz reçeli, vücuda vitamin takviyesi yapıyor. Sinir sistemini güçlendiren ayva reçelinin yanı sıra elma reçeli böbrekleri temizliyor.

Evde reçel yapmak çok kolay

Bazı püf noktalarına dikkat ettiğiniz takdirde kendi reçelinizi yapabilirsiniz. Öncelikle meyveleriniz çürük olmamalı. Olgun meyveler pişme sırasında biçimini koruyamayıp dağıldığından armut, şeftali, kayısı, çilek gibi meyveleri biraz ham iken almak gerekir. Kiraz ve vişne ise mutlaka olgunlaşmış olmalı. 

Reçelin dibinin tutmaması için çelik tencere, tadının bozulmaması için de tahta kaşık kullanmalısınız. Tadını bozacağı için üstte biriken köpüğü atmalısınız. Reçel tanecikleri kaşığın ucundan inci taneleri gibi dökülmeye başladığında arzu edilen kıvamı yakalamışsınız demektir. En sağlıklısı reçellerin cam kavanozlarda tepeleme doldurulması. Açıldıktan sonra doğal tadını yitirmeye başlayacağından kavanozunuz ne kadar ufak olursa reçeliniz lezzetini o ölçüde korumuş olur.

22 Haziran 2015 Pazartesi

Bir yudum su, sevgi ve şefkat

“Aslında 6 Ocak 1482, önemli ya da tarihi bir gün değildi. Sabahtan beri çanların çalmasını gerektiren ve Paris halkını heyecanlandıran hiçbir durum olmamıştı. Ne bir Picardlı ya da Burgonyalı saldırısı söz konusuydu ne de bir azizin eşyaları tören alayına çıkıyordu. Laas kasabasındaki öğrenciler de ayaklanmamıştı. Ne heybetiyle herkesi korkutan kral gelmişti ne de Paris mahkemeleri kadın ya da erkek hırsızları asarak idam ediyordu.”

O halde Paris halkını heyecanlandıran neydi? 

Ouasimodo, herkesin gözünde bir hilkat garibesidir

Notre Dame Katedrali’nin rahibi Claude Frollo katedralin önünde bir bebek bulur, çirkinliği nedeniyle ona ‘Quasimodo’ adını verir. Quasimodo, Fransızcada ‘eksik-tamamlanmamış’ demektir. 
Büyüdükçe hilkat garibesine dönüşen Quasimodo, iri kıyım cüssesi, patlak gözleri, kambur sırtıyla ürkütücüdür. Katedralde zangoçluk yapmaya başlar, kimseyle karşılaşmamak için kuleden aşağı inmez. Çan sesi kulak zarlarını patlatır ve bedensel yıkıntılarına bir de sağırlığı eklenir. 
İletişim kurduğu tek insan rahip Claude Frollo’dur. Rahip Frollo halk tarafından sevilmez. Paris’in buz gibi soğuk, dar ve karanlık sokaklarında başını dik tutarak yürür. Notre Dame’ın kamburu peşi sıra takip eder onu.

Notre Dame'ın kamburu katedralde yaşar

Güzelliğiyle göz kamaştıran Çingene kızı Esmeralda; billur sesiyle şarkılar söyler, Djali adlı keçisiyle oyunlar oynar. Rahip Frollo zaaflarına yenik düşer ve güzel kıza aşık olur. Esmeralda’ya gönlünü kaptıran sadece Frollo değildir. Beş parasız oyun yazarı Pierre Gringoire de Çingene güzelinin peşindedir. Aynı hilkat garibesi Quasimodo gibi. Esmeralda ise çapkın ve yakışıklı Yüzbaşı Phoebus’a aşık olur. Ne var ki yüzbaşı, daha önceden soylu ve zengin bir ailenin kızıyla nişanlanmıştır.

Esmeralda'yı gören Quasimodo aşık olur

Quasimodo, Esmeralda’ya saldırdığı gerekçesiyle yargılanır. Greve Meydanı’ndaki ibret direğine asılır, hem dayak yer hem de saatlerce asılı olarak döndürülür. Halktan su ister, yalvarır. Sadece Esmeralda yakarışlarına kayıtsız kalamaz. Suyu içen Quasimodo’nun gözünden yaş süzülür. Hayatı boyunca ilk kez sevgi ve şefkat duygusuyla karşılaşmıştır.

Esmeralda, Çingene adetlerine göre Gringoire'un hayatını kurtarmak için onunla bir evlilik yapar. Ancak kalbindeki tek erkek Yüzbaşı Phoebus’dur. Rahip Frollo’nun Esmeralda’ya beslediği tutkular giderek şiddetlenmektedir. İki sevgili bir evde buluştuklarında gözünü kıskançlık bürümüş rahip yüzbaşıyı bıçakladıktan sonra suçu Esmeralda’nın üstüne atar. 
Günahsız Esmeralda; büyücülük, ahlaksızlık, Yüzbaşı Phoebus de Chateaupers’i öldürmek suçlarından idama mahkum edilir.

Rahip Frollo katedralin kapılarını açar

Esmeralda, asılmak üzere Notre Dame Katedrali'nin önüne getirilir. Rahip Frollo, Esmeralda’nın yanına gelir, ondan sevgi dilenir. Esmeralda sevdiği adamı öldüren rahibin aşkını reddeder. Oysa Yüzbaşı Phoebus yaşamaktadır. Ancak mahkemeye gidip tanıklık yapmak yerine Paris’ten kaçmayı tercih etmiştir. 

Esmeralda, cezalandırılan Quasimodo'ya su verirken

Çirkin Quasimodo, Esmeralda'nın yaptığı iyiliği karşılıksız bırakmamaya kararlıdır. Katedralin balkonundan kalın bir iple sarkarak onu ölümden kurtarır, katedrale saklar. O yıllarda Notre Dame Katedrali’nin dokunulmazlığı vardır. Katedrale sığınan en acımasız katil dahi olsa muhafızlara teslim edilemez. 
Birkaç gün sonra mahkeme Esmeralda’nın kiliseden alınarak idam edilmesi kararını alır. Paris’in tüm serserileri, dilencileri, kötürümleri silahlanarak Notre-Dame Katedrali’ne saldırır.

Esmeralda sevdiği erkeği beklerken o Paris'i terk etmiştir

Katedralin her yerinde Esmeralda’yı arayan Quasimodo, kulelerin birinde rahip Frollo’yu görür. Rahibin bakışları aynı noktaya sabitlenmiştir. Bakışların sabitlendiği noktada, Esmeralda’nın cansız bedeni asılı durmaktadır. Quasimodo, katedralin anahtarının yalnızca rahipte olduğunu bilmektedir. Bunun üzerine manevi babasını kuleden aşağı iter ve ortadan kaybolur.

Çingeneler Esmeralda'yı kurtarmak için katedrale saldırırken

Monfaucon Mağarası’na giden görevliler birbirine sarılmış iki iskeletle karşılaşırlar. Kadın iskeletinin üzerinde bir zamanlar beyaz renkte olan bir kumaşın parçaları vardır.  Boynunda da ucunda yeşil boncuklarla süslü, açık ve içi boş ipekten bir kese bulunan, tespih ağacından yapılma bir kolye. Belli ki değersiz olan bu eşyalar cellat tarafından alınmaya tenezzül edilmemiş. 
Erkek iskeletinin omurgası eğri, başı kürek kemiklerinin arasına gömülü, bir bacağı diğerinden kısa. Boyun omurlarında hiçbir zedelenme olmadığı için asılmadığı belli. Onu sarıldığı kadın iskeletinden ayırmaya çalıştıklarında toza dönüşüp yere dökülür. 

19 Haziran 2015 Cuma

Müzik çalan deniz sarayı: Şeytanminaresi

Yunan mitolojisinde deniz tanrısı Poseidon’un şeytanminaresinden bir enstrümanı vardır ve bu enstrümanla dalgalara hükmeder. Asırlar önce inşa edilmiş, akustik harikası hâlâ yakalanamayan amfitiyatrolarda da şeytanminarelerinden esinlenilmiş. Efes, Aspendos gibi antik tiyatrolarda aynı şeytanminarelerinde olduğu gibi en ufak bir fısıltı dalga etkisi yaratıyor. 


Şeytanminaresinin kabuğu zırha benziyor

Kuma gizlense de er ya da geç ele geçer şeytanminaresi. Helezon şeklindeki kıvrımlarıyla çok güzel görünüyor. Genelde beyaz renklidir şeytanminaresi. Rengarenk desenli olanlarına da rastlanır. İç kısımları hafif kırmızımsı bir kavuniçi. Yumuşak bir vücuda sahip olmasına karşın çok sert kabuğu sayesinde düşmanlarından korunur. Adeta zırh diyebileceğimiz kabuğunun oluşumu oldukça ilginç.

Şeytanminaresi minik bir saray aslında

Şeytanminaresinde zigot, milyonlarca defa bölünerek yavruyu meydana getiriyor. Yavrunun en dıştaki özel hücreleri kalsiyum salgılamaya başlıyor. Ve düzenli bir şekilde salgılanan kalsiyum şeytanminaresinin etrafında kalın bir tabaka oluşturuyor. Girintili çıkıntılı yüzeyi ve kıvrımlarıyla bir deniz sarayı. Sahip olduğu muhteşem akustik yapısıyla denizlerin en şöhretli şarkıcısı. Bir şeytanminaresini kulağınıza dayadığınızda dalgaların büyüleyici sesini fısıldar size.

Yaz için güzel bir hediyelik 

Girintili-çıkıntılı yüzeyiyle helezon şeklindeki yapısıyla muhteşem bir görünüme sahip. Tatil beldelerinde satılan, soğuk günlerde yazı hatırlatan en güzel hediyeliklerden. 

Kıyıdaki minik kabuklular

Midye, birbirine eklemlenmiş iki parçalı kabuğu olan yumuşakça. Kayalara tutunur. Denizin içinde bir deniz daha oluşturur kabuklardan. Çenet denen kabuk parçalarının yüzeyi düz, rengi siyaha yakın bir koyuluktadır. 

Bünyesindeki sedef midyeleri korur

Bünyesinde bulunan sedef sayesinde zararlı maddelerden korunur. Kendini korurken kadınların zarif boyunlarını, ince bileklerini süsleyecek en güzel incileri üretir. Kıyıya vurmuş minik kabuklular kadar ağırlığı 250 kiloyu bulan dev midyeler de vardır. 

Tüketilecek midyenin temiz sularda yetişmesi önemlidir

Beslenme biçimi nedeniyle midye, özellikle kentleşmenin yoğun olduğu bölgelerin sularına yerleşiyor. Atık sudaki artıklardan beslendiği için yüksek miktarda ağır metal ve kimyasal madde barındırabiliyor. Bu nedenle, tüketilecek midyelerin temiz sulardan elde edilmiş olması sağlık için çok önemli bir nokta. 

Suya düşmüş yıldızlar

Denizyıldızı denince herkesin aklına o bildik hikaye gelir. Hikayede, yazı yazmak için okyanus sahillerine gitmiş bir edebiyatçıyı görürüz ilk olarak. 

Karaya vuran denizyıldızı ölüyor

Deniz kenarında yazmaya koyulmuş edebiyatçı, sabaha karşı kumsalda birini görür. Dans eder gibi hareketler yapması ilgisini çeker. Yanına gidince gencin sahile vurmuş denizyıldızlarını okyanusa attığını görür. Merakına yenik düşer ve sorar: “Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?” Genç yanıtlar: “Birazdan güneş yükselip sular çekilecek. Onları suya atmazsam ölecekler.” Edebiyatçı şaşkın: “İyi ama kilometrelerce sahil boyunca binlerce denizyıldızı var. Ne fark eder ki?” Yerden bir denizyıldızını daha alarak okyanusa fırlatan genç cevaplar: “Onun için fark etti ama...” 

Etçil bir deniz omurgasızı olan denizyıldızı

Derisi dikenli çoğunlukla etçil bir deniz omurgasızı denizyıldızı. Bazı türlerinde dikenleri vahşi düşmanlarını bile ürkütecek kadar uzun olabiliyor. Yakalayabildiği her çeşit deniz canlısıyla doyuruyor kendini. Salyangoz, derisi dikenliler ve dibe çökmüş ölü hayvanlar besinlerinin büyük kısmını oluşturuyor. Kollarındaki emici kaplar sayesinde planktonları kolayca yakalayıp yiyebiliyor. Avı yutamayacağı kadar büyükse vücudunun dışında sindiriyor. 

Deniz tabanında kolaylıkla hareket eden denizyıldızı, yine kollarındaki özel emici kaplar sayesinde zemine güvenle tutunup istediği yere tırmanabiliyor. Rejenerasyon özelliği sayesinde kendi vücudunu onarabiliyor. İki, üç, dört veya daha fazla parçaya ayrılmış bir denizyıldızı parçalarından yeni bir denizyıldızı verebiliyor. 

18 Haziran 2015 Perşembe

Hükümdar Süleyman ile büyük mimar Sinan’ı buluşturan eser

İstanbul’un üçüncü tepesine oturup oradan Haliç’e bakan Süleymaniye, oldukça geniş bir alanı kaplıyor. Sinan’ın “kalfalık eserim” dediği Süleymaniye, tarihteki nice mimarın ustalık eseri olamayacak kadar güçlü bir anıt. Sayısız deprem geçirmesine rağmen caminin duvarlarında ufak bir çatlak dahi oluşmamış. 

 Yedi yıl gibi kısa sürede tamamlanan Süleymaniye Camii

Tarihçi İbrahim Peçevi’nin yazdığına göre, külliye yapımında 896.360 filori ve 82.900 akçe harcanmış. Bozcaada, İzmit, Mut, Ezine, Gazze ve Lübnan gibi farklı yerlerden taş örnekleri ve sütunlar getirilmiş. Sayıları üç bini bulan sanatçı, usta ve işçi külliyenin yapımı için aralıksız çalışmış. 

Hat yazıları Karahisari'nin imzasını taşıyor

Dört halifeyi temsil eden sütunlar
Kubbeyi taşıyan dört büyük sütun, Sinan tarafından özellikle İslam’ın dört halifesini temsil etmek üzere dizayn edilmiş. Sütunlardan biri İskenderiye’den, biri bugün Lübnan sınırları içerisinde bulunan Baalbek’ten, biri İstanbul’daki Kıztaşı’ndan, biri de Saray-ı Amire’den getirilmiş. Tekinin ağırlığı 40-50 tonu bulduğu için sütunların taşınması için özel gemiler yaptırılmış. 

Süleymaniye'nin muhteşem planı hayranlık uyandırıyor

Hat Güneşi’nin son yazıları
Süleymaniye Camii’nin 26,5 metre çapındaki kubbesi, kendinden önceki tüm devasa kubbelere meydan okumak üzere inşa edilmiş. Kubbedeki yazıları döneminin en önemli hattatlarından Ahmet Karahisari ile öğrencisi Hasan Çelebi yazmışlar. Sanatındaki ustalığı nedeniyle ‘Hat Güneşi’ olarak anılan Karahisari, kubbenin son yazısını tamamlamasıyla birlikte görme yetisini tamamen kaybetmiş. Mihrabın yaslandığı duvardaki vitraylı pencereler ve mihrabın iki yakasındaki çerçeveler ise Sarhoş İbrahim denilen ustaya ait. 


Bir Türk minyatüründe Süleymaniye

4 ve 10 sayısındaki esrar
Caminin dört minaresi, Kanuni Sultan Süleyman’ın fetihten sonraki dördüncü padişah olmasını simgeliyor. Minarelerin on şerefesi de Süleyman’ın devletin kurulmasından sonra tahta çıkan onuncu hükümdar olmasını ifade ediyor. Cami, 128 pencere ve sayısız kandille aydınlanıyor. Sinan, içerideki havayı temizlemek için özel bir mekanizma geliştiriyor. Hava akımından yararlanarak şamdan ve mumların isinin duvarları kirletmesini ve insan nefesinin ısınma yaratmasını önlemek gayesiyle giriş kapısının üzerine bir oda yerleştiriyor. Odanın tavanında biriken isten ise hattatların yazılarında kullanmaları için kaliteli is mürekkebi elde ediliyor. 

Yedi yıl gibi kısa bir sürede yapımı tamamlanan Süleymaniye Camii, kubbesinin ve minarelerinin zarafetiyle yedi tepeli şehrin silüetine estetik katmaya devam ediyor. 

17 Haziran 2015 Çarşamba

Sihirli dünya, Oz Büyücüsü

Dünya çocuk edebiyatının başyapıtlarından Oz Büyücüsü’nün yazarı Amerikalı Lyman Frank Baum (1856-1919 ). Dört erkek çocuk babası olan Baum, çocuklarını masallar anlatarak uyuturmuş. Oz Büyücüsü de böyle ortaya çıkmış. 

Oz Büyücüsü masaldan sinemaya uyarlandı

Fantastik ve müzikal ögelerin iç içe geçtiği Oz Büyücüsü, sinema dünyasının ilk uzun metrajlı peri masalı. Yönetmeni Victor Fleming. Filmin ilk gösterimi hayal kırıklığı ile sonuçlansa da 1956 yılında televizyon izleyicisiyle buluşmasının ardından tüm dünyada en çok izlenen film olmuş.  
Dorothy ve Toto

Oz Büyücüsü’nün öyküsü Amerika’nın Kansas eyaletinde geçer. Dorothy Gale’nin heyecansız çiftlik yaşamındaki tek eğlencesi, minik köpeği Toto’dur. Toto’nun yine başı beladadır. Suratsız komşu Almira Gulch’ın kedisini kovalamakla kalmayan Toto, kadını bacağından ısırmıştır.


Batı'nın Kötü Kalpli Cadısı

Almira Gulch çiftliğin kapısına dayanır. Kasabanın şerifinden izin almıştır ve yok edilmesi için Toto’yu götürecektir. Köpeğini Gulch’ın kötü niyetine teslim etmek istemeyen Dorothy evden kaçar. Çok uzaklaşmamışken hortuma kapılarak kendini sihirli bir dünyanın içinde bulur. 

Kuzey'in İyi Kalpli Cadısı Glenda

Dorothy’nin hortuma kapılan çiftlik evi Doğu’nun Kötü Kalpli Cadısı’nın üzerine düşerek ölümüne neden olmuştur. Dorothy, sihirli dünyanın ulusal kahramanı olmakla birlikte aynı zamanda Batı’nın Kötü Kalpli Cadısı’nın düşmanlığını da kazanmıştır. Kuzey’in İyi Kalpli Cadısı Glenda, Dorothy’nin yardımına koşar ve ayaklarına ölen cadının sihirli Yakut Pabuçlar’ını giydirir. 


Yakut Pabuçlar

Eve dönmek isteyen Dorothy, ulu ve esrarlı Oz Büyücüsü’nü aramaya koyulur. Sarı Tuğla Yolu izleyerek Oz Büyücüsü’nün peşine düşen Dorothy, yol boyunca sıra dışı dostlarla tanışır: Korkuluk, Teneke ve Korkak Aslan.

Teneke, Korkuluk, Dorothy ve Korkak Aslan

Dört arkadaş Oz Büyücüsü’nü bulduklarında onun bir düzenbaz olduğunu anlarlar. Oyunu bozulan Oz Büyücüsü, arkadaşların henüz fark edemedikleri en önemli mesajı verir: Hedeflere ulaşmak için gerekli olan aklın, yüreğin ve azmin gücüdür.  


14 Nisan 2015 Salı

“Çünkü burada bile eski acılar beni buluyor…”

Kısa ve keder dolu bir yaşamı oldu. 3 Temmuz 1883-3 Haziran 1924 tarihleri arasında yaşayan Franz Kafka, Prag’ta doğdu; Viyana yakınlarındaki Kierling Sanatoryumu’nda öldü. Çoğu insanın anlam veremeyeceği korkular yaşatıyordu içinde. Milena’ya, bir süt bardağını ağzına götürmekten korktuğunu söylemişti. Bardak kolayca yüzünde patlayabilir ve parçaları yüzüne sıçrayabilirdi! 

Franz Kafka

Ürkek bir adamdı. Çekingen ve alçakgönüllü tavırlarıyla annesine daha çok benziyordu. Ezbere dayalı eğitim sisteminden nefret ediyordu. Ruhuna yerleşmiş kaygılar çocukluk yıllarının izleriydi. Şefkatten uzak ve şiddetli babası Kafka’nın korkularının kaynağıydı. Babasının isteği üzerine Prag Üniversitesi’nde hukuk okudu. En yakın arkadaşı Max Brod ile ünlü sigorta şirketi Assicurazioni Generali’de çalışırken tanıştılar.

Berlinli Felice Bauer, Kafka’nın yazdığı beş yüzden fazla mektubun esin perisiydi. İki kez nişanlanmalarına rağmen evlenemediler. Kafka, Aralık 1917’de Prag tren istasyonunda Felice'i uğurladıktan sonra Brod'un yanına gidip hıçkırarak ağlamıştı. 

Onu bir daha göremeyecekti.  

Felice Bauer ve Franz Kafka

Kafka modern bir yazardı. Eserlerinde suç, özgürlük, sorumluluk ve yabancılaşma temalarını işledi. Otorite karşısında bireysel tavırlar sergilemeyi önemsedi. İlk eserleri, Bir Savaşın Tasviri, Taşrada Düğün Hazırlıkları gibi uzun öyküleriyle birlikte kısa düzyazılardı. Bir gecede tamamladığı öyküsü Hüküm bir baba ile oğlunun ilişkisini anlatıyordu. Dönüşüm dünyadaki en uzun ve etkileyici öyküler arasındaki yerini aldı. İlk romanının birinci bölümü Kayıp adıyla 1913’te yayımlandı. İkinci romanı Dava ile Ceza Sömürgesi’ni de arka arkaya yazdı.

“Gregor Samsa bir sabah, sıkıntılı rüyalar gördüğü uykusundan uyandığında, kendini yatağında ürkütücü dev bir böceğe dönüşmüş buldu.” DÖNÜŞÜM'den.


Milena Jesenska

Yeterince sağlıklı bulunmadığı için Birinci Dünya Savaşı’nda orduya alınmadı. 1917 yılında vereme yakalandı. Eserlerini Çek diline çevirmek isteyen Milena Jesenka ile tanışması Kafka’yı çaresiz bir aşka sürükledi. Kafka 38 yaşındayken Milena ondan 12 yaş daha gençti. Üstelik evliydi. İhtirasın işkenceye dönüştüğü, mektuplarla bir araya gelebildikleri bir aşk yaşamaya başladılar. 

Ancak üç kez yüz yüze görüşebildiler.

“Sevgili Milena,
Uzun zamandır sana yazmaya başladığım bir mektup parçası burada duruyor. Ama sürdürmek zor. Çünkü burada bile eski acılar beni buluyor, saldırıyor ve alaşağı ediyorlar.” MILENA'YA MEKTUPLAR'dan. 

Kafka’nın hastalığı gün geçtikçe şiddetleniyordu. 1919’da geçirdiği ağır grip yüzünden hastaneye yattı. Son günlerini Dora Diamant adındaki kızın sevgisine sığınarak son altı haftasını da sanatoryumda geçirdi. 

İsteği üzerine Dora, pek çok öyküsünü yaktı. 

Şato tamamlanamadan öldü. Mektuplarını, hikayelerini ve romanlarını dostu Max Brod'a bırakmıştı. Vasiyeti ise hepsinin yok edilmesiydi. Ama Brod arkadaşının isteğini yerine getirmedi ve 1925’ten itibaren roman parçalarını yayımlamaya başladı.

10 Nisan 2015 Cuma

“Korkut Ata söyledi” Dede Korkut Hikayeleri

Ünlü tarihçi ve Türkolog Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü’nün söylediği gibi, “Terazinin bir kefesine Türk edebiyatının tümünü diğer kefesine de Dede Korkut’u koysanız yine de Dede Korkut ağır basar.” 


Dede Korkut’un mezarının Bayburt’un Masat Köyü’nde olduğuna inanılıyor. Destanda adı geçen Bamsı Beyrek’in mezarı ise Bayburt Kalesi’ndeki Zindan’ın tam karşısındaki Duduzar Tepesi’nde. 

Dede Korkut Hikayeleri, Oğuz Türklerinin en bilinen epik destanı. Orta Asya’da şekillenmeye başlamış ve Türklerin Müslüman olup Anadolu'ya gelmelerinin ardından bazı değişikliklere uğramış. Dede Korkut’un hikayeleri farklı yorumlarla obalardan ovalara, dağlardan şehirlere ulaşmış.

On beşinci yüzyıl ila on altıncı yüzyıl arasında sayfalaşan Dede Korkut Hikayeleri’ni yazıya geçiren bilinmiyor. Kitabın adı Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabı. 12 destansı hikaye ve bir önsözden oluşuyor. Hikayelerden biri Almanya’da, Dresden Kitaplığı’nda diğeri ise Vatikan’da korunuyor. Dresden nüshası on iki, Vatikan nüshasıysa altı hikayeye sahip. 




Kutsallık kazanmış halk bilgini
Dede Korkut Hikayeleri, Kuzeydoğu Anadolu çevresindeki Müslüman Oğuzların hayatını anlatmakla birlikte destanlar İslamiyet öncesi dönemin izlerini de taşıyor. Salur Kazan ve Bayındır Han gibi kahramanlar ve her hikayede ortaya çıkan Dede Korkut. Korkut bir unvan niteliği taşıyor. Dede ise ecdat ya da büyük hürmet ve kutsallık kazanmış halk bilgini anlamına geliyor. Dede Korkut, hikayelerde kutsal ve bilge kişiliğe bürünüyor. Önsözde geçen “Korkut Ata söyledi: Ahir zamanda hanlık tekrar Kayı’ya geçecek. Kimse ellerinden alamayacak, ahir zaman olup kıyamet kopuncaya kadar” sözleriyle gelecekten haber veriyor.



Dede Korkut destanlarının her biri bir boy için söylenmiş. Destanlarda hanların başlarından geçenler, isim koyma, canavarlarla savaşma gibi bölümler anlatılıyor. Hikayelerin dili oldukça sade, hatta arı bir Türkçeye sahip. Tek tük Arapça kökenli kelimelere rastlanan destanın kulağa çok hoş gelen bir söylenişi var. Kitapta yaklaşık 8 bin farklı sözcük ve deyim kullanılmış.

Pek çok törenin yansıması bu destanda
Dede Korkut, destanların ilk anlatıcısı. En eski Türk çalgısı olan kopuz çalıyor, kopuz eşliğinde hikmetli sözleri dile getiriyor. Hanlardan çobana varıncaya kadar herkesin gönlünde taht kurmuş. Duasının Allah katında kabul olduğuna inanılıyor. Dede Korkut Hikayeleri, Türk örf ve adetleriyle iç içe geçmiş. Günümüzde hâlâ yaşayan pek çok törenin yansımasını bu anlatılarda bulabiliyoruz.

Türkiye’de her yıl Azerbaycan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Dağıstan, Kazakistan gibi Türk Cumhuriyetleri’nin katılımıyla Bayburt Dede Korkut Kültür-Sanat Şöleni düzenleniyor.