28 Temmuz 2013 Pazar

Ouse Nehri'nde bulunduğunda ceketinin cepleri ağır taşlarla doluydu

Virginia Woolf, on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde, Viktorya tarzı yaşamın olanca ağırlığıyla hissedildiği bir dönemde dikiş dikmekten hoşlanmayan, çamaşırlarını tutturmak için çengelli iğne kullanan bir kadındı. Ekmek ve pasta hazırlamayı sevmez, portakal reçeli yapmazdı.

Virginia Woolf

On üç yaşındayken annesinin ani ölümüyle ağır bir sinir hastalığına yakalandı. İyileşmesi uzun zaman aldı.

Virginia için mutluluğun karşılığı baloda dans etmek yerine, bir kitapla karanlık bir köşeye çekilmekti. Bir gün, bir mefruşat dükkanından yeşil bir döşemelik kumaş satın aldı. Çok beğendiği kumaştan gece elbisesi diktirdi. Ancak bu hareketi erkek kardeşi George tarafından hakarete uğramasına yol açtı. Virginia Woolf sık sık ortaya çıkacak sinir krizlerinin hissettirdiklerini her defasında aynı sözle tarif etti: “Başarısız.”

Sürekli bir hayal kırıklığı içindeydi.

1904'te babasının ölümünden sonra ağır bir sinir krizi daha geçirdi. 1912 yılında Leonard Woolf’le evlendi. 28 yıl boyunca Virginia, Leonard'ı hayatta herkesten çok sevdi. Tutkudan mahrum evliliklerinde kendini yazılarına bıraktı.

Kendine Ait Bir Oda feminist hareketin klasik bir kitabı olarak kabul edildi. Kadınlara, “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!” diye seslendi.

Depresyon geçirip sinirlerine hakim olamadığında, yaşadığı dönemde sinir hastası kadınlara uygulanan tedavi şekliyle tecrit ediliyordu. Ölümünden bir gün önce doktoru muayene ettiğinde, “Bana dinlenme kürü vermeyeceğinize söz verir misiniz?” demişti.

Virginia Woolf, 28 Mart 1941'de intihar eti. Ölümü seçen Woolf'un cesedi Ouse Nehri'nde bulunduğunda ceketinin cepleri ağır taşlarla doluydu.

26 Temmuz 2013 Cuma

Rüzgar Gibi Geçti: Savaşın ortasındaki büyük aşk

Margaret Mitchell’in Pulitzer Ödüllü romanı Rüzgar Gibi Geçti, orijinal adıyla ‘Gone with the Wind’ yayımlandığı günden itibaren çok yüksek tirajlara ulaştı. Hollywood’da 1939 yılında sinemaya uyarlanan Rüzgar Gibi Geçti, tüm dünyada kapalı gişe oynayarak hasılat rekorları kırdı.


Rüzgar Gibi Geçti, 1861 yılında Amerika’nın Kuzey ve Güney devletleri arasında patlak veren Ayrılık Savaşı boyunca yaşananları konu edinir.
Tara’da yaşayan Scarlett O’Hara, Oniki Meşeler Çiftliği'nin varisi Ashley Wilkes'e aşık olduğunu düşünür. Ashley ise kuzeni Melanie’yle evlenmeye karar vermiştir.

Ashley, çiftlikte düzenlenen bir partide Scarlett’i reddedince genç kız kırılan onurunu kurtarmak için Charles Hamilton’la acele bir evlilik yapar. Derken Kuzey-Güney Savaşı patlak verir, Hamilton savaşta ölür.

Tara'nın vergilerini ödeyemeyen Scarlett, kız kardeşinin nişanlısı Frank Kennedy’le evlenir. Frank’in ölümüyle Scarlett bir kez daha dul kalır. Ashley’e duyduğu gizli ilgiyse her geçen gün büyümektedir.

Sunacağı maddi refahı düşünen Scarlett, Rhett Butler’le üçüncü evliliğini yapar. Kızları Bonnie’nin ölümü, Scarlett’le Rhett’in evliliğinde büyük yaralar açar. Bu sırada Melly de ağır bir hastalığın pençesindedir.  

Rhett Scarlett’i terk eder, Melly’nin ölümüyle Ashley Scarlett’e kalır. Scarlett ise gerçekte Rhett'e aşık olduğunu fark etmiş ancak çok geç kalmıştır. 

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Ütünün keşfi

Sıcak yaz aylarında penyelerden birini giyiyor birini çıkartıyoruz. Kirliler tepecikler oluştururken ütü yapmaya ayrılan zaman da katlanıyor. Evlerin ‘olmazsa olmaz’larından ütüleri daha yakından tanıyalım mı?

Özenli giyinmek her çağda önemsenmiştir. Kırışıklıklardan kurtulmuş giysilerse özenli giyimin en önemli göstergesi olmuştur. Ütü, bu ihtiyaçtan kaynakla uzun uğraşlar sonucunda keşfedildi.

İlk ütüler
Ütünün en ilkel hali; odun, cam, mermer, taş gibi malzemelerin ısıtılıp giysilerin üzerinde gezdirilmesiyle ortaya çıktı. Bu yöntem kullanılarak en uzun süre demir plakalardan yararlanıldı. Demir plakaların hemen soğuması insanları yeni arayışlara itti ve içi oyuk ütüler yapıldı. Oyuklara kor ya da kömür doldurularak ütünün sıcaklığını daha uzun süre koruması sağlanmıştı. Artık ütüler daha geç soğuyor fakat ağırlığı sebebiyle yerinden kalkmıyordu. 


Antik çağdan bir ütü


Tutma yeri olan bir demir parçasıyla ütüleme işlemi ilk kez 17’nci yüzyılda gerçekleşti. 19’uncu yüzyıla gelindiğinde ocakta ısıtılan ütülerin kullanımı yaygınlaşmıştı. 16 Şubat 1858’de, W. Vandenburg ve J. Harvey elbise yenlerinin ve pantolonların daha rahat ütülenmesini sağlayan bir ütü tahtasının patentini aldılar.


Günümüzde ütülerin kullanımı son derece kolay

Elektrikli ütünün bulunması
Henry W. Seely, 1882 yılında ilk kez ütünün taban kısmını ısıtmak için elektrik kullanarak elektrikli ütüyü buldu. 1883 yılındaysa yine kendi yaptığı kablosuz ütüyle güvenlik koşullarını artırdı. Ne yazık ki elektriğin yeni yaygınlaşması ve satışların düşüklüğü nedeniyle ticari bir başarı yakalayamadı.

Katlanabilir ütüleme tahtasının ilk patenti, 1875 yılında John B. Porter tarafından alındı. 1905 yılında ilk kez son derece hafif elektrikli ütü piyasaya sürüldü.1926 yılında Eldez isimli bir kuru temizleme firması buharlı ütüyü üretti.

Teknoloji geliştikçe ütülerin biçimi değişti, yeni özellikler kazandı. Bugün pazara sunulan değişik modellerdeki ütüler, biçimiyle atalarını andırsa da sayısız özelliğiyle çok farklı.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Rönesanstaki derin iz, Leonardo da Vinci

“Vincili Üstat Piero'nun oğlu”, Leonardo da Vinci, evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya gelmişti. Aileye kabul edildi fakat amcası Francesco dışında kimseden sevgi görmedi. Evlilik dışı çocukların üniversite öğrenimi görmeleri yasaklandığından bu hakka sahip olamadı.

Erminli Kadın

Verrochio’yu aşan yetenek
Leonardo, 1466-1472 yılları arasındaki dönemi ünlü ressam Verrocchio'nun atölyesinde boyaları karıştırıp resimlerin küçük bölümlerini boyayarak geçirdi. Verrocchio’ya ‘İsa’nın Vaftizi’ tablosunda yardım etti. Leonardo soldaki melekleri, kumaşların çizimlerini yaptı, İsa’nın bedeni üstünde değişikliklere gitti. Melek, Verrochio’nın çizdiği figürlerden çok daha başarılıydı. Bunu gören Verrochio’nun fırçalarına bir daha asla elini sürmediği söylenir. Gerçekten İsa’nın Vaftizi, Verrochio’nun bilinen son tablosudur.


Doğa, mekanik, geometri, uçan makinelerin yanı sıra kilise, kale ve kanal yapımı gibi mimari yapılarla ilgilendi. İlgi alanı o kadar genişti ki başladığı çoğu eseri tamamlayamıyordu. ‘Kayalıklar Bakiresi’nin yarattığı ilgi üzerine ısmarlanan ‘Erminli Kadın’ günümüze ulaşan az sayıda resimlerindendir. 

Mona Lisa

Mona Lisa’nın gizemi
Leonardo, 16 yıl boyunca İtalya’da seyahat etti. Mona Lisa için 1503’te çalışmaya başladığı ve tabloyu tamamladıktan sonra tüm seyahatleri boyunca yanında taşıdığı rivayet edilir. Rönesans’ın tüm izlerini taşıyan tablodaki kadının yüzünün kime ait olduğu halen gizemini korur.

Osmanlı sultanı II. Bayezid’e yazdığı bir mektubunda; Haliç üstünde, 240 metre uzunluğunda bir köprü projesinden söz ettiği ve bu köprünün tasarımını yaptığı bilinir.

13 bin sayfadan oluşan defterlerinde yer alan notlar ve çizimler sanat ve bilimi kaynaştırdı. Bir solak olan Leonardo, tüm yazılarını ancak aynayla bakınca okunabilecek şekilde kaleme aldı.

Son yıllarını Fransa’da geçirdi. Havacılığa ve uçma konusuna duyduğu yoğun ilgi nedeniyle kuşların uçması hakkında detaylı araştırmalar yaptı, bir helikopterle bir uçan makine tasarladı.

Felç geçiren Leonardo da Vinci, son yıllarında resimden çok bilimsel çalışmalara ağırlık verdi. 67 yaşında öldü ve Saint Florentin Kilisesi’nde toprağa verildi.

16 Temmuz 2013 Salı

Işık, resim ve Çallı

İbrahim Çallı, 13 Temmuz 1882 tarihinde İzmir’e bağlı Çal kasabasında dünyaya gelir. Ailesi tarafından askeri okula girmek üzere İstanbul’a gönderilen Çallı, önce gazete dağıtıcılığı sonra da Yeni Camii önünde arzuhalcilik yaparak geçimini sağlar. İlk resim derslerini, İstanbul’da kaldığı handa konaklayan ve resim dersi alan Vefa İdadisi öğrencileriyle, bir resim öğretmeninden almıştır. Sonrasında Kapalıçarşı’da çalışan ressam Roben Efendi ile tanışır.

Şeker Ahmet Paşa’nın önerisiyle Sanayi-i Nefise Mektebi'ne (Bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) girer. Türk ressamlarının ilk örgütü olan ‘Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin üyesi olur. 

Gül Koklayan Kadın

Paris’te Cormon atölyesinde
İbrahim Çallı, 1910 yılında Avrupa’ya Tahsile Gönderilecek Öğrenciler yarışmasında ‘Çıplak Adam’ ve ‘Hareket Ordusunun Muhafız Alayından Maksut Çavuş’ adlı tablolarıyla birincilik elde eder ve Paris’e resim öğrenimine gönderilir. Namık İsmail, Hikmet Onat, Nazmi Ziya Güran, Avni Lifij’le birlikte Ecole National Supérieur des Beaux Arts’da, Fernand Cormon atölyesinde çalışır. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle 1914 yılında eğitimini tamamlayamadan yurda geri döner. Aynı yıl Sanayi-i Nefise Mektebi'nde Vallaury'nin yardımcılığına getirilir ve Resim Bölümü Yağlıboya Atölyesi öğretmeni olarak göreve başlar.

Özgür renkler
Ada çamları arasında gezinen kadınlar, balolar ve kadın portreleriyle öne çıkan Çallı, Türk resminde ilk nü çalışan ressamdır. 1923'den sonra manzara ve natürmortların yanı sıra Atatürk devrimlerini ve özellikle Kurtuluş Savaşı’nı konu alan resimler yapar. Türk Topçularının Mevzie Girişi adlı yapıtıysa Türk resminin ilk büyük boyutlu kompozisyonları arasında yer alır.

Resimleri ışıkla yoğrulmuştur, renkler özgürdür. Aceleci fırça vuruşlarıyla bir anda desenlere bürünen tuvalleri, aynı hızla renklerin seçkin görsel değerlerinin ışıklı uyumuna dönüşür. Boğaz, Emirgan ve Bebek, manolyalar, güller ve ayçiçekleri, meyveler, seramikler ve kilimler, portreler ve Mevlevilerin özgün yorumcusudur.

22 Mayıs 1960 yılında mide kanaması sonucu İstanbul’da yaşamını yitirir.

Eyvah saraydan kız kaçıyor!

Bugün, yani 16 Temmuz’da Wolfgang Amadeus Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operası ilk kez sahnelenmişti. Yıl 1782, yer ise Viyana’ydı. Eseri ilk kez duyan Avusturya imparatoru II. Josef, Mozart’a “Bu eser benim kulaklarıma çok ince gelmekte, çok sayıda nota bulunmakta” demişti. Mozart ise şu cevabı vermişti: “Bulunan nota sayısı, bu eser için gereken nota sayısı kadardır.”

Wolfgang Amadeus Mozart

35 yıllık ömrüne 626 eser sığdıran Mozart, ilk yıllarında Avrupa gezilerine çıktı. Johann Christian Bach'tan esinlendi. Türk kültürünün Avrupa'da moda olduğu o yıllarda, Mehter Marşı’nın ritminden etkilenerek ‘Ronda alla Turca’yı (Türk Marşı) besteledi.

İlk kez 16 Temmuz 1782’de sahnelenen Saraydan Kız Kaçırma operası, büyük beğeni topladı. Yaygın inanış operanın konusunun İstanbul’daki Topkapı Sarayı’nda geçtiğidir. Oysa bu saray, yine Osmanlı ülkesi sınırları içerisinde fakat Akdeniz kıyılarındaki yazlık bir saraydır. Eser, Belmonte adlı bir İspanyol soylusunun, sevgilisi Konstanze'yi tutsak edildiği saraydan ve harem bekçisi Osmin’in elinden kurtarmak için yaptıklarını anlatır. Sarayın sahibi Selim Paşa, Osmin’in tüm itirazlarına karşın iki sevgiliyi ve yardımcılarını affeder. Saraydan Kız Kaçırma operasındaki Selim Paşa, bir kötülüğe iyilikle cevap vermenin daha büyük bir fazilet olduğuna inanan birini simgeler.

Halka ait ve isimsiz bir mezara gömüldüğü için Mozart'ın parasızlık içinde ve unutulmuş olarak öldüğü söylenir. 

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Bugün Rembrandt’ın doğum günü

Hollandalı ressam ve baskı ustası Rembrandt Harmenszoon van Rijn (1606-1669), “Işığın ve gölgelerin ressamı” olarak tanınır. Rembrandt’ın değirmenci olan babası varlıklıydı, annesi ise bir fırıncının kızıydı.

Anatomi Dersi

Prens Frederik Hendrik’in 1646 yılına dek Rembdrandt'tan tablo satın alması sanat yaşamını kolaylaştırdı. Saskia van Uylenburgh ile 1634'te evlendi. Rombertus ve Cornelia adlarındaki çocukları daha bir yaşına basamadan, yine Cornelia adındaki üçüncü çocukları da birkaç haftalıkken öldüler. Titus isimli erkek çocukları hayata tutunmayı başardı ancak sağlıksız doğumların da etkisiyle Saskia 1642 yılında öldü.

Rembrandt’ın, 1647'de evinde kahyalık yapmaya başlayan Hendrickje Stoffels’ten bir kızları dünyaya geldi, günahkar olduğu iddiasıyla Stoffels kiliseden aforoz edildi. 1656 yılında Rembrandt'ın iflas ettiği duyuruldu. Eserleriyle birlikte koleksiyonu ve evi açık artırmayla satıldı. Hendrickje Stoffels’in, beş yıl sonra da oğlu Titus'un ölümü Rembrandt’ı yıktı. 8 Ekim'de, Westerkerk'te bilinmeyen bir mezara gömüldü.

Kalbi gören gözler
Rembrandt Harmensz van Rijn, Hollanda'nın hatta 17’nci yüzyıl Avrupa'sının en önemli ressamlarındandı. Yaşamı boyunca düzenli olarak ürettiği otoportreleri, kendine özgü sanatsal teknikleri ve ışığı ustaca kullanmasıyla tanındı. Resimlerinde ışık ve gölgenin çarpıcı kullanımıyla yarattığı zıtlıkların, bireysel ve bütünsel anlamda insan ruhunun ve doğanın tezatlarını da yansıttı. Yaklaşık olarak 600 yağlı boya, 300 gravür, 1.400 desen üretti.

Dünyanın önde gelen sanat tarihçisi Ernst Gombrich, Rembrandt'ın otoportrelerinden tanıdığımız o keskin ve sabit gözlerin insan kalbinin derinliklerini görebildiklerini söyler. 

12 Temmuz 2013 Cuma

Klasik bir durak: Klasik Otomobil Müzesi

İstanbul, Tarabya’da bulunan Ural Ataman Klasik Otomobil Müzesi, Türkiye’nin sayılı otomobil müzelerinden biri. 1920 ila 1970 yıllarına ait klasik modellerin sergilendiği müzede, otomobillerden başka birbirinden ilginç aksesuarlar da ziyaretçilerle buluşuyor. Sergi alanına ustaca yerleştirilen otomobiller, benzin pompaları, reklam panoları, ışıklı neon aydınlatmalar, jant kapağı koleksiyonu, kola ve çikolata makineleri, otomatik pikap, tilt ve kollu oyun makineleri, görenleri bir dönem yolculuğuna çıkarıyor.


Klasik otomobillerle geçmişe yolculuk
Müze tasarlanırken 1950’li ve 60’lı yılların klasik otomobilleriyle birlikte o yılların yaşam tarzlarından da esinlenilmiş. Yaklaşık 2000 metrekare alana inşa edilen müzeye dışarıdan baktığınızda içeride sizi bekleyen sergi alanını tahmin etmeniz hayli güç. 60’ın üstünde aracın sergilendiği müzenin aydınlatması neon reklam panoları ve bunları destekleyen çağdaş aydınlatma sistemiyle yapılmış. Hem Amerikan hem de Avrupa klasik otomobillerinin sergilendiği alanlarda, otomobiller ayrı salonlarda konumlandırılmış.

Ford, Mercedes, Oldsmobile, Buick, Cadillac, Rolls Royce ve Chevrolet… Bugün filmlerde ve eskimiş fotoğraflarda karşımıza çıkan birbirinden muhteşem otomobiller tam karşınızda! Onları görmek için bir otomobil tutkunu olmanıza da gerek yok. Hepsi klasik güzellikleri, ışıldayan renkleri ve üzerlerine sinmiş anılarıyla öyle çekiciler ki… 1926 Ford Model T, 1953 VW Beetle, 1954 Chevrolet Corvette Blue Flame, 1955 Buick Roadmaster, 1964 Ford Mustang… Bu otomobillerin hepsi görenlerde aynı duyguları uyandırıyor: Geçmişe dönebilme ve bu muhteşem otomobillerin direksiyonuna geçebilme arzusu.

Yalnızca cumartesi günleri ziyarete açık olan müze, klasik otomobillerle dönem yolculuğuna çıkmak isteyenlere özel bir adres.

Tutkulu heykeller ve Auguste Rodin

Auguste Rodin’in sanat sahnesinde göründüğü yıllarda, entelektüel çevreler fotoğraf makinesinin bulunmasıyla sarsıntı içerisindeydi. Görsel sanatlar geleneksel anlayıştan uzaklaşmaya başlamış, doğanın taklidi sorgulanır olmuştu. İzlenimci etkilerin kendini gösterdiği 1870’lerde Pisarro, Renoir, Sisly ve Monet’in birbirine geçişli dağınık vuruşları belirgindi. İzleyen yıllarda Cezanne kübizmin işaretlerini vermiş, Picasso Avignonlu Kadınlar için tuvalinin karşısına geçmişti. 

Calais Burjuvaları

Heykelin akademik etkilerden kurtuluşu
Rodin, heykel sanatını döneminin yoğun akademik etkilerinden kurtardı ve modellerini süsten arındırdı. Anıtsallığın yerini insani etkilerin aldığı çalışmalarında, trajedinin en başarılı örneklerini ortaya koydu. Duygu ve tutkunun birleşerek enerjiyle fışkırdığı heykelleri, kişilikleri ve öyküleriyle var oldu. Çağdaşları içerisinde Rodin, endüstrileşmenin etkisinde hem çağından bağımsız hem de çağıyla hesaplaşma içerisinde bir çizgi izledi. Ölüm, kader, kuşku, acı, mücadele… Gerilimli konular tunç, mermer, alçı malzemelerde usta heykeltıraşın yeteneğiyle hayat bularak yükseldi.

Taklit sanatını kınayan Rodin doğayı bir ülke gibi tanımlıyordu: “Doğa, ölü ve canlı her şeyin dışında, kuralları insanlar tarafından belirlenmemiş bir ülkedir; zarafet ve güzelliğin kaynağıdır” demişti.

Camille ile tanışma
Camille Claudel, 1883 yılında, bir grup genç kadın sanatçıyla birlikte Rodin'in atölyesindeki heykel derslerine katılmaya başladı. Ve büyük aşk böyle başladı. Üstün yetenekli, etkileyici genç bir kadındı. Tekniğinin Rodin'den üstün olduğu söylense de Camille Claudel, daima Auguste Rodin’in gölgesinde kaldı. Hatta kimi sanat tarihçileri Rodin’in heykellerinin bazılarının aslında Camille’nin elinden çıktığını iddia ederler.

Auguste Rodin, 77 yaşında öldü. Aşkın nihayetinde bir akıl hastanesine sürüklediği Camille’nin değil, sevdiği bir başka kadın olan Rose’nin yanında sonsuzluğa uyumayı tercih etti. 

11 Temmuz 2013 Perşembe

Empresyonizmden sonra kübizmden önce: Cézanne

Fransız ressam Paul Cézanne, 9 Ocak 1839’da Fransa’nın güneyindeki bir kasabada dünyaya gelir. Hukuk eğitimi almasına karşın içinde tükenmek bilmeyen bir resim yapma isteği vardır. Bu isteğe daha fazla karşı koyamaz ve resim eğitimine geçiş yapar. 1861 yılında sanatın merkezi Paris’e gider. Paris’teki en büyük destekçisi çocukluk arkadaşı olan ünlü yazar Emile Zola’dır. Louis-Auguste, oğlunun kararını kabullenemeyerek para desteğini keser. Ancak zaman geçtikçe yeteneğine saygı göstererek yeniden destek olmaya devam eder.

Kağıt Oynayanlar

Reddediliş
Paul Cézanne, Paris’te Güzel Sanatlar Akademisi’nin sınavlarına girse de kazanamaz. Sanata ve resme küsmek yerine daha çok çalışır. 1861-1870 yılları arası Cézanne’nin sanatında ‘karanlık dönemi’dir. Empresyonistlerle tanışan Cézanne, ressam Camille Pissarro ile arkadaş olur. Delacroix, Courbet, Manet'e karşı duyduğu hayranlık sanatında hissedilir.

Son 10 yılı
Sanatçının son 10 yıllık dönemi ‘lirik dönemi’ olarak bilinir. Belli bir lirizme ve daha özgür fırça vuruşlarına yönelen Cézanne, gösterişli ve cüretkar yapıtlar üretir. Son yıllarında gerçekleştirdiği Yıkanan Kadınlar sanatının doruk noktasıdır. Yıkanan Kadınlar, Picasso'nun hemen hemen aynı zamanlarda yaptığı Avignonlu Kadınlar adlı tablosu ile benzerlikler gösterir.

1906 yılında fırtına sırasında dışarıda resim yaparken rahatsızlanır. Bir hafta sonra, 22 Ekim günü zatürre nedeniyle hayatını kaybeder.

Yoksa onu unuttuk mu? Şerbet

Lohusa Şerbeti

Konuklara ikram edilen, özel günleri tatlandıran, yaz aylarını serinleten şerbetleri unuttuk mu yoksa? Sırtında şıkırdayan ibriğiyle “Şerbeeet!” diye bağıran şerbetçileri de görmez olduk sokaklarda. Öyleyse şerbeti yâd edelim mi kısacık bir yazıyla?   

Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Orta Asya’daki İslam toplumlarında keşfedilen şerbet, Osmanlı mutfağında muhteşem lezzetlere kavuştu. Ülkeyi ziyarete gelen İngiliz seyyahlar ve sefirler, bu büyülü içeceği ‘sherbet’ adıyla ülkelerinde tanıttı. Şerbete İtalyanlar ‘sorbetto’, Fransızlar ise ‘sorbet’ dediler.

Çiçekli ve baharatlı lezzet  
Şölen sofralarını tatlandıran şerbet, özellikle Topkapı Sarayı’nın mutfağında binbir çeşide ulaştı. Gül, zambak, menekşe, fulya, yasemin, muhabbet, iğde ve nilüfer çiçekleri tadını ve kokusunu verdi. Bal, şeker, meyve çeşitleri ve baharatlar çeşnisi oldu. Usta kuyumcuların elinden çıkmış şerbetliklerde yapıldı sunumu. En güzelinden altın, gümüş ve billur kaplara yakıştı.     

Hem sarayda hem de halk arasında çok sevilen şerbet, yaşamın en özel anlarında yer aldı. Padişah çocuklarının doğumunun ardından kutlamaya gelen konuklara ikram edildi. Sünnet törenlerinde, nişan ve düğünlerde tatlı aromasını bıraktı ağızlara. Bu gelenek bugün halen sürüyor Türkiye’de. Ve gülüşerek ev sahiplerine sesleniyor konuklar: “Şerbetleri ez getir, sofralara tez getir.”    

Lohusa Şerbeti tarifi
İki litre suya, 150 gram kırmızı şeker (Loğusa şekeri), bir buçuk su bardağı toz şeker, altı çiçek karanfil, üç çubuk tarçın tencerede 20 dakika kaynatılır. Buzdolabında soğutulduktan sonra servis yapılır.

Afiyet olsun…  

Not: Kırmızı şeker aktarlardan satın alınabilir. 

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Işıklı geleneğimiz: Mahyalar

İstanbul, Sultanahmet Camii'nden mahyalı bir görünüm

Ramazan aylarında camilerin minareleri arasına ışıklarla yazılan yazılardır mahyalar. İstanbul’a özgü ve bir Osmanlı buluşu olan mahyanın geçmişi 1600’lü yıllara kadar gider. İlk mahyanın Sultan I. Ahmet döneminde yazıldığı, ilk mahyayı yazanın da İstanbul’daki Fatih Camii müezzinlerinden Hattat Hafız Ahmet Kefev olduğu bilinir.

İstanbul’da doğan sanat
Mahyaların kurulmasındaki amaç, gökyüzüne yazılan yazılarla insanları iyiliğe yöneltmek ve çocuklara ramazan ayını sevdirmekti. Mahya kurmak için bir caminin en az iki minaresinin olması şarttı. Osmanlı padişahları tarafından yaptırılan iki, dört ve altı minareli ‘selatin camileri’ İstanbul’da bulunduğundan mahya sanatı da İstanbul’da doğmuştu. İkinci başkent” olarak anılan Edirne de ramazan aylarında ihmal edilmezdi. Edirne’deki selatin camilerine mahyalar kurulur, askı mahyasıyla Meriç Irmağı ışığa boğulurdu.  

Yüzlerce kandil
Osmanlı döneminde mahyacılık başlı başına bir sanat koluna dönüşmüştü ve o yıllarda aydınlatmada yağ kandilleri veya mum kandilleri kullanılırdı. Minarelerin şerefeleri arasına kalın halatlar gerilir, halatlara halkalar, kancalar ve ardından da kandiller asılırdı. Gökyüzünü aydınlatan kandillerin sayısı yüzlerceydi. Soğuk kış aylarında, sert rüzgara rağmen ışıl ışıl yanardı yazılanlar.

Yeryüzündeki yıldızlar
Usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen mahyacılık sanatı kuşaktan kuşağa aktarılır, bu mesleği yapanlar saygı görürdü. Minareler arasına kurulan mahyalar, halk için başlı başına merak konusuydu. Zira, mahyacılar her gece yeni bir mahya kurmak için adeta birbirleriyle yarışırlardı. 1877’de hayatını kaybeden Abdüllatif Efendi, İstanbul’un en önemli mahyacılarındandı. Ramazanın 15’inci gecesi Süleymaniye Camii’nin minarelerine kurduğu ‘Hünkar Kayığı’ mahyasıyla ünlenmiş Abdüllatif Efendi, gemi direkleri arasına da mahya kurmuş ve takdir toplamıştı. Öyle ki İstanbul’a gelen yabancılar, “Türkler gökyüzündeki yıldızları yeryüzüne indirip onlarla yazılar yazmışlar” yorumunu yaparlardı. 


Camilerin elektrikle aydınlatılmaya başlamasının ardından mahyacılık kolaylaştı ve ayrı bir sanat kolu olmaktan çıktı. Kandil yerine renkli elektrik ampulleriyle mahya kurma geleneği günümüzde halen sürüyor ve bu ramazan da İstanbul ışıklar içinde.

9 Temmuz 2013 Salı

Niye Editörden?

Dergilerin ‘Editörden’ sayfalarının oluşturulması en sona bırakılır genellikle. Bu köşeler dergilerin son sözüdür, bir anlamda noktadır. Gerçi yayıncılık yapanlar çok iyi bilirler ki mesleğimizde o son nokta hiç yoktur. Matbaadan ozalit geldiğinde dahi hâlâ düzeltecek bir şeyler bulunur üzerinde.

  • Her derginin her zaman ve her koşulda acelesi vardır. Mutlaka aşırı geç kalınmıştır.
  • Çalışma saatleri 7/24 zaman dilimine dağıldığından, yazı işleri ve grafik kadrosu yorgundur.
  • Baskı öncesinde mutlaka sinirler gerilir, büyük aksilikler çıkar, yorgunluğun da etkisiyle yüksek hataların eşiğinden dönülür.
  • Derginin matbaaya gittiği an çocukken yaşanan karne günü sevincine eş değer sevinçler yaşanır, kısa süreliğine rehavet çöker. Öte yandan karnede kırık beklemeye benzer bir yürek çarpıntısı da bu duyguya eşlik eder. Zira yayıncılık risklerle dolu bir meslektir ve ancak baskı sonrası derin bir nefes almak mümkündür.

İşbu halde Editörden sayfaları, uzun emekler, hatta haftalar ve aylar içinde gündüzler ve geceler katılarak ortaya çıkan dergilerin en özel köşeleridir. Bir sayının daha sonuna gelmenin mutluluğudur. Zor koşullarda, ortak mücadeleyle yazılmış satırlardır. Bu ve benzeri nedenlerle bu bloga “Editörden” adı verilmiştir.