16 Aralık 2014 Salı

Değişim ve Wassily Kandinsky

Teorileri ve uygulamalarıyla yirminci yüzyıl sanatında değişimi körükleyen Wassily Kandinsky, 1866'da Çarlık Rusyası’nın topraklarında doğdu. Liseyi Odessa’da bitiren Kandinsky, Moskova Üniversitesi’nde hukuk ve ekonomi okumaya başladı. Sanat rüyasının peşinden Almanya'ya gitti. 

1909'da emprovizasyonlarını yaptı

Zaman ilerledikçe figürlerin görüldüğü sanattan uzaklaşıyordu. 1909 yılında ilk emprovizasyonlarını yaptı (Emprovizasyon, hiçbir ön çalışma olmadan birden oluşturulan eserler). 1910 yılından sonra figüratif resim yaptığı görülmedi. Kandinsky'e ‘ilk soyut ressam’ niteliğini kazandıran yapıtı, 1910 tarihli isimsiz bir çalışması. Gombrich, Sanatın Öyküsü adlı kitabında ilk soyut sanat eseri olarak Kandinsky’nin, Tate Gallery’deki (Londra) Kazaklar (1911) adlı tablosundan söz etmiştir. 

Mavi Süvari grubunda Paul Klee de vardı

Kandinsky, 1911 yılında ünlü ressam Franz Marc’la birlikte Mavi Süvari grubunu kurdu. Soyut sanatta çığır açan İsviçreli Paul Klee de bu grubun içerisindeydi. Savaşın çıkmasıyla grup dağıldı (1914). 1924 yılında sanatçı arkadaşlarıyla birlikte Mavi Dörtlü grubunu oluşturdu bu defa. 

Eserleri Naziler tarafından haczedildi

Eğitim verdiği Bauhaus’un Nazilerce kapatılmasının ardından Paris’e yerleşti. Bu arada sanatçının Almanya’da kalan eserleri haczedilerek değerinin çok altında fiyatlara satıldı. 78 yaşındayken, 13 Aralık 1944’te, Paris’te hayata veda etti.

12 Aralık 2014 Cuma

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

Türkistan halklarından Tataristan’a, Azerbaycan’dan Anadolu’ya dilden dile dolaşmış, manilerle işlenmiş bir halk anlatısı Tahir ile Zühre’nin hikayesi.

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Nazım Hikmet
  
Bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte...

Mülkü, varlığı dağlar kadar yüce, ülkesi huzur ve bolluk içinde bir hükümdar yaşarmış. Dünya servetine sahip olsa da çok mutsuzmuş. Çünkü evlat sahibi olamıyormuş. Hükümdarın bir de veziri varmış, o da aynı dert yüzünden üzüntü içindeymiş. Bir gün yolda karşılarına bir derviş çıkmış. Onlara bir elma vermiş, ikisinin de çocuğunun olacağını söylemiş. Ancak doğacak çocukların mutlaka birbiriyle evlendirilmesini, kızın adının Zühre, oğlanın adının Tahir olmasını istemiş.

Çok geçmeden dervişin dediği gibi evlatları dünyaya gelmiş. Hükümdarın kızı olmuş, adını Zühre koymuş. Vezirin oğlu olmuş, onun adı da Tahir. Derken Zühre, Tahir'e aşık olmuş, dualar ederek Tahir'in de aşık olmasını dilemiş. İki sevgili gizlice görüşmeye başlamış. Sarayda Karadiken adında zenci köle varmış, Zühre’ye aşıkmış. Genç kızın Tahir ile görüştüğünü öğrenince durumu hükümdara yetiştirmiş. Hükümdar, iki gencin evlenmeleri gerektiği buyruğunu vermiş. Ancak Zühre’nin annesini sözleriyle zehirleyen Karadiken, hükümdarın fikrinin değişmesini sağlamış. Hükümdar, Tahir’i saraydan kovmuş.

Zühre, saray dışında bir köşkte yaşamaya başlamış. Tahir köşkün önünden geçer, türküler söylermiş. Tahir'in sesini tanıyan Zühre de türkülere eşlik edermiş. İki sevgilinin görüştüklerini öğrenen Karadiken, durumu vakit kaybetmeden hükümdara bildirmiş. Hükümdar, Tahir’i Mardin Kalesi’ndeki zindana hapsettirmiş. Zindanda dualar eden Tahir, Hızır'ın yardımıyla kurtulmayı başarmış. Bu sırada hükümdar kızını zorla bir başkasıyla evlendirmek üzereymiş. Aşık kılığına bürünen Tahir, düğüne katılmış. Zühre’yi bulmuş, tam kaçmak üzerelerken Karadiken belirmiş. Saray muhafızları ile kahramanca mücadele eden Tahir, sonunda yakalanmış. Cellada teslim edileceği sırada el açıp Allah'a yalvarmaya başlamış. O an duası kabul olunmuş, ruhunu teslim etmiş. 

Tahir’in ölümünü izleyen Zühre, yaşadığı acıya dayanamayarak ölmüş. Zühre’nin ölümüne katlanamayan Karadiken de kendi kendini hançerlemiş. Hükümdarla eşinin yürekleri de evlat acısına katlanamamış, orada ölmüşler.  

Tahir ile Zühre

Efsaneye göre Tahir ile Zühre ve Karadiken oldukları yere öylece gömülmüş. O zamandan bu zamana, Zühre’nin mezarında her bahar beyaz bir gülün yeşerdiği söyleniyor. Tahir’in mezarında ise kırmızı bir gül tomurcuklanıyor. Aralarında bulunan Karadiken’in mezarından biten karaçalı ise iki gülün kavuşmasına her bahar engel olmayı sürdürüyor.

Konya’nın Meram ilçesinde, Beyhekim Mahallesi’nde bulunan Tahir ile Zühre Türbesi özellikle aşıkların, sevdiğine kavuşma muradıyla yananların uğradığı ziyaret yerlerinden.

2 Aralık 2014 Salı

Bilim dünyasına yön verdi, İbni Sina

İbni Sina, Ağustos 980’de Buhara yakınlarındaki bir kasabada doğdu, 21 Haziran 1037’de Hamedan’da öldü. Maveraünnehir Türklerindendi. Eğitimini Buhara’da gördü. 14 yaşına geldiğinde öğretmenlerini aşmaya başlamıştı. 16 yaşında tıbba döndü, yeni tedavi yöntemleri geliştirdi. 19 yaşına geldiğinde ise hekim unvanını kazanmıştı. Ücret almadan hastaları tedavi ediyordu.
Latin dünyasında “Avicenna” ve “Hekimliğin Hükümdarı” isimleriyle tanındı. 

Batı dünyasında Avicenna olarak bilinen İbni Sina

Abbasiler zamanında, Antik Yunan ve Hint kültürlerine ait eserlerin Arapçaya çevrilmeleri nedeniyle bilim dünyasında Arapça ortak dil olarak kullanılmaya başlanmıştı. Bu nedenle İbni Sina, çoğu eserini Arapça kaleme aldı. Nadir olarak Farsça eserler ve Türkçe şiirler de yazdı.

Ağır hastalığa yakalanan Buhara Emiri Nuh İbni Mansur’u iyileştirince Sıvanülhikme denilen saray kütüphanesinde çalışma izni verildi. Antik Yunan filozoflarıyla Anadolu düşünürlerinin araştırmalarını ve gözlemlerini inceledi. 22 yaşındayken önce babasını ardından da Nuh İbni Mansur’u kaybetti. Ve Buhara’yı terk etmek zorunda kaldı.

İslam coğrafyası bölünmüştü, prenslikler arasında iç karışıklıklar sürüyordu. Bilim dünyasına damgasını vuran eserlerini en zor yıllarda üretti. 

Eserleri, yüzyıllar boyunca Avrupa'ya önderlik etti

İbni Sina, filozof, usta bir hekim, mantık ve bilim adamı, matematikçi, doğa alimiydi. Kendinden önce El-Razi, Farabi gibi dünya çapındaki bilim adamları tıp ve felsefe alanlarında yeni adımlar atmışlardı. Devrin yükselişinden sonuna kadar faydalanan İbni Sina, ömrünü Belh, Hamedan, Horasan, Rey ve İsfahan'daki muhteşem kütüphanelerde geçirdi.

İbni Sina’nın en tanınmış eserleri, Kitabü'ş-Şifa, El-Kanun fi't-Tıb, Ennecat ve son felsefi eseri sayılan El’işarat’tır. El-Kanun, dünyada ilk kez kanıta dayalı tıp, deneysel tıp, klinik testler, verimlilik analizi, risk faktörü ve sendroma dayalı hastalık teşhisi gibi kavramları gündeme getirdi. Ayrıca, kitapta ilaçların deneysel amaçlı kullanımı sırasında uyulması gereken kurallara da yer verilmişti.

El-Kanun, 12’nci yüzyılın sonlarında Gerard de Cremone tarafından Latinceye çevrilince Batı dünyasında patlama etkisi yarattı. 13’üncü yüzyılda hemen her eseri Latinceye çevrilmişti. Montpellier ve Louvain gibi önemli Batı üniversitelerinde İbni Sina okutuluyor, fikir hareketleri eserlerinin önderliğinde başlıyordu. Batı dünyasındaki otoritesi 17’nci yüzyıla kadar sürdü, neredeyse 600 yıl boyunca Avrupa’ya hükmetti.

Mikroskobun henüz keşfedilmediği bir çağda tıp araştırmaları yapan İbni Sina, bazı hastalıkların bulaşmasında gözle görünmeyen yaratıkların etkisi olduğunu fark etmişti. Keşfi, mikropların varlığını sezmekten başka bir şey değildi. Küçük ve büyük kan dolaşımını birbirinden ayıran hekim olarak bilinen İbni Sina, yasak olmasına rağmen kadavralar üzerinde çalıştı. Bazı buluşları kimya biliminin yol almasında etkili oldu. 

29 Kasım 2014 Cumartesi

“Wain’in kedilerine benzemeyen bir Londra kedisi bundan utanç duymalıdır!”



Londralı ressam Louis William Wain (1860-1939), ıslak bir Londra gününde sokaklarda başıboş dolaşan, sırılsıklam olmuş yavru bir kediye rastlar. Evine götürdüğü minik misafire “Peter” adını verir ve ona oyunlar öğretmeye başlar. Aslında tek amacı meme kanseri olmuş hasta eşini biraz olsun eğlendirmektir. Oyunları kısa sürede öğrenen Peter, aktör gibi sevimli numaralar yapmaya başlar. Gözlük takar, kitap sayfalarına dalarak okur taklidi yapar. Çok geçmeden ressamın bir numaralı modeli olur. 

Wain, resimlerindeki kedileri ilginç kılıklara soktukça eşi gülümsemekte, eğlenmektedir.


Eşinin kaybı Louis Wain’i yıkar. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması hayatını iyice zorlaştırır. Sevimli dostları kedilerle birlikte inzivaya çekilir, aylar sürecek bir yalnızlıkla baş başa kalır. Ağır depresyondan kurtulamaz. Hastalığı ilerledikçe sinirli, şüpheci, agresif bir ruh haline bürünen Wain, yaşamının son yıllarını psikiyatri kliniklerinde geçirir.


Yeni bir tarz yaratan Wain, kedilerden oluşmuş bir toplum kurgular, izleyiciye bambaşka bir dünya sunar. Son dönem resimlerinde neredeyse anlamların üzerine şifreler koyar. İri açılmış gözlerden akseden korku ve umutsuzluktur. Sanat hayatının sonuna doğru kediler silikleşmeye başlar. Uzak Doğu tanrılarını çağrıştıran, figürlerin yoğun olduğu çizimler arasında belirli belirsiz fark edilir. 

İnsanbiçimcilik olarak tanımlanan antropomorfizmi izleyen Louis Wain, sanat yaşamı boyunca kedileri merkezde tutar. Wain’in kedilerine benzemeyen bir Londra kedisinin bundan utanç duyması gerektiği dönemin esprisi haline gelir. 

11 Eylül 2014 Perşembe

Tarihteki ilk kadın hükümdar Tomris Hatun

İskender’den Jül Sezar’a, Fatih’ten Napolyon’a kadar tarihte adı geçen kahramanlar hep erkek iken savaş meydanında ordusuyla savaşan bir kadın var: Tomris Hatun.


Özellikle Türkistan bölgesinde efsaneleşmiş Tomris Hatun bir Türk. Milattan önce altıncı yüzyılda yaşamış. Asıl adının Demir olduğu sanılıyor. Ancak bazı tarihçiler adını Tomiris ve Demurus olarak yorumladıkları için daha çok Tomris olarak tanınıyor.

Ünlü tarihçi Herodot’un sözünü ettiği Tomris, tarihteki ilk kadın hükümdar. Yaşadığı yıllar, Türkler ile Ahameniş İmparatorluğu arasında gerilimin çok yüksek olduğu bir dönem. Ahameniş İmparatorluğu, Antik İran'da kurulan ilk Pers devleti. Perslerin hırslı hükümdarı Büyük Kiros, fetih hareketlerine girişmiş. Fethetmek istediği yerler arasında Türk bölgeleri de var.


Tüm saldırgan politikalara karşın Tomris barışçıl bir siyaset izliyor. Rakibinin kadın olduğunu ve savaşmaktan kaçındığını gören Büyük Kiros ise bunu korkaklık olarak algılıyor. Sınır ihlallerini artırıyor, akınları saldırılar izliyor. Persler saldırdıkça Türkler tarlalarını yakıp geri çekiliyor, gerekmedikçe savaşa girişmiyor.

Büyük Kiros, bir süre sonra Tomris Hatun’a haber gönderip “Ülkenle birlikte yönetimime geçersen bu saldırılar son bulur” diyerek evlilik teklif ediyor. Teklifi reddeden Tomris, ülkesinin bağımsızlığını korumak üzere savaşmaya karar veriyor.

İlk saldırılarda Türklerin öncü kuvvetleri yeniliyor ve Tomris’in oğlu öldürülüyor. “Kana susamış Kiros! Güneşe yemin ederim ki seni kanla doyuracağım!” sözleriyle yemin eden Tomris, savaş meydanına çıkıyor.

Büyük Kiros’un ordusunda 56 bin asker ve savaş için özel eğitilmiş vahşi köpekleri var. Tomris’in 13 bin askerden oluşan ordusunun 8 bini kadın.

Tomris, uygun bir alan seçip Kiros'un ordusunu beklemeye başlıyor. İki ordu aralarında birkaç kilometre kalacak biçimde mevzileniyor. Ok atma, at binme, kılıç ve savaş arabalarını kullanmakta üstün olan Tomris’in ordusu Kiros’un ordusunu bozguna uğratıyor. Ve Kiros savaşta öldürülüyor. 

26 Ağustos 2014 Salı

Soğuk lezzet, dondurma

Dondurma, buzdan ve kardan esinlenmiş, tadına bakan herkesi şımartan bir lezzet. Atası soğutulmuş içecekler, yarı dondurulmuş limonatalar ve meyve suları. Araştırmalar, Çin'de 618-907 yılları arasında var olmuş Tang Hanedanlığı’nın inek ve keçi sütünden hazırlanmış soğuk tatlıları tükettiğini gösteriyor. 

Renk renk, tat tat dondurma

Dondurmanın en popüler hikayesi, Romalı çılgın imparator Neron’la ilgili. Gladyatör savaşlarına düşkünlüğüyle bilinen Neron, dövüşleri izlerken kendisine leziz yiyecekler sunulmasından çok keyif alırmış. En şahane sunumu yapan aşçıyı mutlaka ödüllendirirmiş. Zirveden topladığı karların üzerine bal ve meyve parçaları serperek Neron’a sunan bir aşçı, farkında olmadan ilk dondurma türlerinden birini keşfetmiş. 

Asya gezisinden 1292’de dönen Marco Polo, yanında meyveli dondurma tariflerini de getiriyor. Donmuş sütten yapılan tatlılar, ilk olarak Venedik ve Kuzey İtalya’nın kapısını çalıyor. Zamanla kraliyet mensuplarının ve asillerin sofralarından çıkarak daha geniş kitlelere ulaşıyor. 

Avrupa, Marco Polo sayesinde dondurmayla tanışıyor

Amerika’ya dondurmayı getirenler, 1700 yılının başlarında İngiliz kolonileri. 1782’de, Philadelphia'da verilen bir parti sırasında konuklara dondurma dağıtılmasıyla birlikte kent dondurma üretiminin merkezi haline geliyor. Dondurmanın ayrılmaz parçası külahın keşfedildiği yer de Amerika.

Anadolu’da yüzyıllar öncesinden beri var olan şerbet, kar veya buzla soğutulmuş tatlı içecek kültürü Osmanlı mutfağına da taşınıyor. Keçi sütü, şeker ve salepten yapılan Türk dondurması, Avrupa’dakilerden farklı. Epey kalın olan Anadolu dondurması kancaya asılıyor. Büyük bir bıçak yardımıyla porsiyonlar halinde kesilerek baklavayla birlikte yeniyor. Ülkemizde dondurma üretimini gerçekleştiren ilk modern kuruluş, 1957’de işletmeye açılan Atatürk Orman Çiftliği Pastörize Süt ve Mamulleri Fabrikası. 

Dondurma külahı Amerika'da bulunmuş

Dondurmanın endüstri kolu olarak üretimi ilk kez Jacob Fussell tarafından 1851’de Baltimore’da yapılıyor. Rafine şeker üretiminin artması, konsantre süt fabrikalarının üretime geçmesi, krema makinesinin bulunması, süt tozuyla ilgili gelişmeler dondurma sektörünün büyümesini hızlandırıyor. 

Dalından toplanmış en taze meyvelerin eklendiği sayısız dondurma çeşidi yapılıyor. Kaymaklı, vanilyalı, çikolatalı, krokanlı, cevizli, karamelli, incirli, Antep fıstıklı, sakızlı, frambuazlı, limonlu, kavunlu, vişneli, çilekli, naneli, muzlu... Hatta Japonya’da sadece özel ve lüks restoranlarda satılan somon balıklı dondurma bile yapılıyor.

8 Ağustos 2014 Cuma

Işıltılı bir armağan, taşların kraliçesi: İnci

İnci, astrolojide insan ruhunu temsil eden Ay gezegeninin taşıdır. Alçak gönüllülüğün, temizliğin, sevgi ve şefkatin simgesidir. Oluşumu yaklaşık altı yıl süren inci, “Taşların kraliçesi” adıyla anılır.

İnci efsanelere konu olmuş

Çin efsanelerine göre, gökyüzünde ejderhalar dövüştüğünde yeryüzüne inci parçaları dökülürmüş. Eski Mısır’da ölüler inciyle birlikte gömülürmüş. Yunan mitolojisinde ise aşk tanrıçası Afrodit’in dalgaların köpüğünden bir inci gibi doğduğu ve Kıbrıs kıyılarına çıktığı anlatılır.


Günümüzde inci kadınsı bir taş gibi algılansa da geçmişte Roma imparatoru Caligula, Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman, Fransa kralı IV. Philippe ve II. Henry tarafından kullanılmış. Kanuni’nin huzuruna kabul edilen Fransız rahibi Jerom Morand’ın, padişahın sağ kulağında iri, pürüzsüz, muhteşem bir inci küpe gördüğünü ülkesinde hayranlıkla anlatmış. Sultan III. Selim de ressam Kapıdağlı Konstantin’e inci bir tespihle poz vermiş.

İnci kullanan padişahlardan III. Selim

En eski inci örneklerinden Afrodit’in İğnesi, Kıbrıs'taki Afrodit Tapınağı'nda bulunmuş. Ele geçtiği lahitte “Aratas'ın eşi Paphoslu Afrodit Eubola tarafından takılmıştır” sözleri yazılıymış. İğne, The British Museum’da sergileniyor.


Marko Polo’nun rivayetinden yola çıkarak 1.495 gramlık Arco Vadisi İncisi’nin, Çin imparatoru tarafından Moğol hükümdarı Kubilay Kağan'a hediye edildiği sanılıyor. Dev inci, açık arttırmada 8 milyon dolar karşılığında bir Fransız koleksiyonere satılmış. 


Doğal incilerin içinde en büyüğü tarihi iki bin beş yüz yıl öncesine dayanan Allah’ın İncisi. 6.350 gram ağırlığındaki bu inci ilk olarak Taoizm'in kurucusu Lao Tzu tarafından barış ve uyumun sembolü olarak görülmüş. Daha sonra kaybolan inciyi, Filipinler’de Etem adlı bir inci dalıcısı bulmuş (1934). 40 milyon dolar değerindeki Allah’ın İncisi’nin şimdiki sahibi Victor Barbish adlı koleksiyoner.

6 Ağustos 2014 Çarşamba

İslam dünyasının ilk kadın romancısı

Fatma Aliye Hanım, Türk edebiyatının ve İslam dünyasının ilk kadın romancısı olarak bilinir. 22 Ekim 1862’de İstanbul’da dünyaya gelmiştir.


Osmanlı’da bir kadın tarafından kaleme alınmış ilk romanın yazarı aslında Zafer Hanım’dır. Zafer Hanım, Aşk-ı Vatan kitabının açıklama bölümünde, Osmanlı-Rus savaşında her yaştan vatan evladının öldüğünü ve bu acı tablo karşısında yüreğinin dayanmadığını yazıyor. Kendisinin de savaş meydanlarında can vermeye hazır olduğunu söylüyor (1877).

Zafer Hanım’ın yazdıkları herkesi etkilese de, günün gazetelerinde “ilk çağdaş kadın yazarlardan” diye tanıtılsa da tek bir romanın sahibi olması nedeniyle ilk Türk kadın romancı olarak anılmıyor. Fatma Aliye, beş roman ve onlarca makaleyi kaleme almış bir kadın. 

Fatma Aliye Hanım

Fatma Aliye, herhangi bir kurumdan eğitim almamış olmasına rağmen kendini çok iyi yetiştirmiş. Fransızcayı kendi çabasıyla öğrenmiş. On yedi yaşındayken Kolağası Faik Bey’le evlenmiş. Faik Bey, kısa bir süre sonra eşinin okuyup yazmasını bile yasaklamış. Fatma Aliye, kitaplarını gizlice okumuş, ancak evliliklerinin ilk on yılından sonra rahat bir yaşam sürebilmiş.

Yaptığı ilk çeviri, George Ohnet'in Volonté isimli romanı. Bu kitabı “Bir Hanım” imzasıyla yayımlamış. İlk romanı Hayal ve Hakikat’i, ünlü edebiyatçı Ahmet Mithat Efendi’yle birlikte kaleme almışlar. Kendi ismini ilk kez Muhaderat adlı romanında kullanmış. Udi romanıyla Osmanlı toplumunun pek alışık olmadığı bir öneriyi, kadının çalışması gerektiği konusunu gündeme getirmiş.

Ref'et, Enin, Levayih-i Hayat… Tüm eserlerinde kadın gözüyle evliliği, eşler arasındaki uyumu, aşk ve sevgi kavramını değerlendiren Fatma Aliye, birbirini tanıyarak evlenmenin önemini anlatmış. Kadının toplumdaki konumunu, kadınla ilgili toplumsal sorunları erkeklerin ilgi alanı olmaktan çıkartmış. Kadını kadınların gündemine taşımış. Romanlarında bireyleşme çabasında olan, çalışan, para kazanan, erkeğe ihtiyaç duymayan kadın kahramanlar yaratarak Osmanlı toplumu içinde yeni bir kadın tipi ortaya koymuş.

Fatma Aliye, Osmanlı-Yunan Savaşı'nda yaralanan askerlerin ailelerine destek olmak amacıyla yazılar yazmış. İlk resmi kadın derneklerinden biri olan Nisvan-ı Osmaniye İmdat Cemiyeti’ni kurmuş. 

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Pierre Loti, İstanbul ve sevdiği kadın Hatice: “Ah, ölümdendir…”

Ünlü Pierre Loti Tepesi’ne, İstanbul’un en eski semtlerinden biri Eyüp’ten ulaşabilirsiniz. Semtin meydanına, Eyüp Sultan Camii egemendir. Çınarların gölgesindeki caminin hemen yanında, Pierre Loti Tepesi’ne çıkan bir patika vardır.  

Haliç’in bir boynuz şeklinde uzanması ve güneşin doğup battığı saatlerde altın rengine boyanması sebebiyle bu panorama “Altın Boynuz” adıyla anılmıştır. Haliç manzarasının en iyi izlenebildiği yerdir Pierre Loti Tepesi. Servi ağaçlarıyla örtülü tepeye çıktığınızda sizi Pierre Loti Kahvesi karşılar. Ahşap masa ve sandalyelerin serpiştiği kahvenin ocağından Türk kahvesinin kokusu dağılır. Gümüş tepsilerde yeni demlenmiş çaylar bırakılır masalara.

Bir Türk dostu olan Pierre Loti

Bugün Pierre Loti Kahvesi olarak anılan yerin eski adı Rabia Kadın Kahvesi’ymiş. Fransız edebiyatçı Pierre Loti'nin bu kahveye sıklıkla gelmesi, Aziyade adlı romanını burada yazması zaman içinde kahvenin adının değişmesine neden olmuş.

Tepeye adını veren Pierre Loti, 1850 yılında doğmuş. 17 yaşında girdiği Fransız Deniz Kuvvetleri'ndeki eğitimini tamamladıktan sonra yıllar içerisinde albaylığa kadar yükselmiş. Bir deniz subayı olarak Orta Doğu ve Uzak Doğu'yu gezerek dünyayı tanımış. İstanbul’un güzelliğine hayran kalan Pierre Loti, Eyüp’te romanlarını yazmaya koyulmuş. Osmanlı yaşam tarzından etkilenen Loti’nin burada bir kadına aşık olduğu söyleniyor. 

Pierre Loti Tepesi'nde çay içmenin keyfi başkadır

Pierre Loti’nin kalbini fetheden kadının gerçek adı Hatice. Yazar ona, “Aziyade” adını vermiş. Hatice, yeşil gözleri olan bir Çerkez güzeliymiş. Evli, hatta bir adamın üçüncü eşiymiş. Kimileri Hatice’nin gerçek olmadığını söylese de böyle bir kadının varlığı biliniyor. Genç yaşta ölen Hatice, Topkapı mezarlığına defnedilmiş. Pierre Loti’nin bu mezarın önünde çekilmiş bir fotoğrafı var. Pierre Loti, dostlarından bu mezar taşının bir kopyasını istemiş. “Ah, mine’l-mevt”, yani “Ah, ölümdendir” sözüyle başlayan kitabenin bir kopyası bugün Fransa’da, Rochefort kentindeki Pierre Loti Müzesi’nde bulunuyor.

En güzel Haliç manzarası Pierre Loti'den izlenir

Bir Türk dostu kabul edilen Pierre Loti, 1913 yılında yazdığı Can Çekişen Türkiye adlı kitabında Batı’nın uyguladığı politikaları eleştirmiş. Aynı yıl devlet konuğu olarak Türkiye'ye geldiğinde Tophane Rıhtımı'nda büyük bir törenle karşılanmış ve Sultan Reşat tarafından sarayda ağırlanmış.

Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı’nın yanı sıra Anadolu işgalinde de Avrupa'ya karşı Türkleri savunan Pierre Loti, Milli Mücadele döneminde Anadolu'daki direnişe destek vermiş. Kendi ülkesi olmasına rağmen işgalci Fransa'yı ağır bir şekilde eleştirmiş. Bu nedenle, Pierre Loti’ye Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 4 Ekim 1921'de şükranların sunulduğu bir mektup iletilmiş. 1920 yılında İstanbul Şehri Fahri Hemşehrisi kabul edilen Pierre Loti’nin adının Haliç üzerindeki tepeye verilmesi de bu yıllara rastlıyor. Bu tepeye ulaşmak için yapılan teleferik de Loti adıyla anılıyor. 

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Gerçek bir vatanseverin hayatı, Vecihi Hürkuş

Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu yapan Vecihi Hürkuş, tüm olanaksızlıklara rağmen ilk Türk uçağını imal etmeyi başarmıştı. Bugün, ölüm yıl dönümü olan Vecihi Hürkuş’u daha yakından tanıyalım, vatanseverliğiyle bunu fazlasıyla hak ediyor.  

Üç yaşındayken babasını kaybetti
Vecihi Hürkuş, 6 Ocak 1896 yılında doğdu, 16 Temmuz 1969 yılında aramızdan ayrıldı. Babası gümrük müfettişi Faham Bey, annesi Zeliha Niyir Hanım’dı. Vecihi henüz üç yaşındayken babasını kaybetti. Üç kardeşin ortancasıydı. İlkokulu Bebek’te bitirdikten sonra sırasıyla Üsküdar Füyuzati Osmaniye Rüştiyesi, Üsküdar Paşakapısı İdadisi ve Tophane Sanat Okulu’nda okudu.

Vecihi Hürkuş

Birinci Dünya Savaşı’ndan yara alarak kurtuldu
Katıldığı Birinci Dünya Savaşı'nda yara alan Hürkuş, Yeşilköy'deki Tayyare Mektebi'nden pilot unvanıyla mezun oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara karşı savaştı, esir düşse de Azeri Türklerinin de yardımıyla kurtulmayı başardı ve yeniden vatana döndü. Bir savaş uçağının tasarımını yaptı ancak Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasıyla projesi yarım kaldı. 

Düşman uçağı düşüren ilk Türk havacı
Kurtuluş Savaşı’nda ön saflarda savaşan Vecihi Hürkuş, İnönü ve Sakarya Savaşları’nda büyük başarılar gösterdi, düşman uçağı düşüren ilk Türk havacı oldu. Kırmızı şeritli İstiklal Madalyası’nın yanı sıra TBMM tarafından üç kez takdirname almaya hak kazandı.

İlk Türk uçağını imal etti
1923'te ganimet olarak Yunan kuvvetlerinden ele geçen motorlardan yararlanarak ilk Türk uçağını imal etti. VECİHİ K-VI adını verdiği uçağını uçurunca cezalandırıldı (28 Ocak 1925). Cezanın gerekçesi ise izin almadan uçmuş olmasıydı! 


Sırada yeni bir uçak daha
1930'da Kadıköy'de bir keresteci dükkanını kiralayarak çalışmalarına yeniden başladı. Üç ay gibi kısa bir süre içerisinde ilk Türk sivil uçağını, aslında ikinci uçağını yaptı. Yeni uçağı VECİHİ XIV, ilk uçuşunu, 27 Eylül 1930'da Kadıköy-Fikirtepe'de büyük bir topluluğun ve basın mensuplarının karşısında gerçekleştirdi.

“Yaşasın Türk Tayyareciliği”
Vecihi Hürkuş, Uçabilirlik Sertifikası için İktisat Bakanlığına başvursa da 14 Ekim 1930'da şu yanıtla karşılaştı: “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir.” Ancak vazgeçmedi. Yürütülen diplomatik ilişkiler sonucunda, 23 Nisan 1931’de Çekoslovakyalı yetkililer tarafından düzenlenen bir törenle, “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir pankartla onurlandırılarak uçuş iznini almayı başardı.

İlk sivil havacılık okulu
Vecihi Hürkuş, 1932 yılında ilk Türk sivil havacılık okulu olan Vecihi Sivil Tayyare Mektebi’ni açarak genç havacılar yetiştirmeye başladı. İstanbul Kalamış-Kadıköy'de ilk sivil Türk uçağı VECİHİ XIV’dan başka ilk Türk eğitim ve spor uçağı VECİHİ XV, 160 beygirlik Mercedes uçak motorlu deniz kızağı VECİHİ SK-X’in de üretilmesini sağladı. 1954 yılında ilk sivil havayolu şirketi olan Hürkuş Havayolları'nı kurarak ülkemizin havacılık tarihinde bir yeniliğe daha imza atmış oldu.

14 Temmuz 2014 Pazartesi

“Seninle doğan güldür bu gönül…”

Bugün, Klasik Türk Müziği sanatçısı Safiye Ayla’nın 107. yaş günü. Safiye Ayla, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında, 14 Temmuz 1907 tarihinde doğdu. 14 Ocak 1998 günü doğduğu şehirde, İstanbul’da hayata gözlerini kapadı.

Safiye Ayla’nın babası Mısırlı Hicazizade Hafız Abdullah Bey idi. Abdullah Bey, kızı dünyaya gelmeden öldü.  Annesi ise Safiye henüz üç yaşındayken hayatını kaybetti. Bunun üzerine Çağlayan Yetimhanesi’nde ilkokulu bitirmek zorunda kalan Safiye Ayla, Bursa Öğretmen Okulu’na devam etti. Beyoğlu'nda ilkokul öğretmenliğine başladıktan sonra Eyyubi Mustafa Sunar'dan müzik dersleri aldı. Yesari Asım Arsoy, Hafız Ahmet Irsoy, Selahattin Pınar, Saadettin Kaynak ve Udi Nevres Bey'in müzik bilgilerinden istifade etti. 

Klasik Türk Müziği'nin unutulmaz isimlerinden Safiye Ayla

Safiye Ayla, 1932 yılında verilen bir davette, Atatürk’ün huzurunda ilk kez şarkı söyledi. Sesi büyük beğeni topladı. Yine, bir konserinde ‘Yanık Ömer’ şarkısını Mustafa Kemal’in isteği üzerine defalarca okudu. Konser sonunda Mustafa Kemal, “Safiye çok teşekkür ederim, çok güzel yorumladın. Bu türküyü bir operada söylemeni çok isterim. Bunu başarırsan beni gerçekten çok mutlu edersin” dedi.


1950 yılında besteci Şerif Muhittin Targan ile evlenen Safiye Ayla, İstanbul Radyosu başta olmak üzere Türkiye radyolarında sayısız konser verdi, beş yüzden fazla plak doldurdu. ‘Seninle doğan güldür bu gönül’ ve ‘Aşk yaprağına konarak koza öresim gelir’ adlı bestelerini yaptı.


Safiye Ayla tüm başvurularına karşın bir operada ‘Yanık Ömer’  türküsünü icra edebileceği tek yer bulamadı. Atatürk'ün vasiyetini yerine getiremeden seksen yaşındayken aramızdan ayrıldı. 


7 Temmuz 2014 Pazartesi

“Şeyh Hamdullah hattı ortaya çıkınca Yakut yazısının hükmünün kalmadığı muhakkaktır”

Buhara Türklerinden Şeyh Hamdullah, Amasya’da doğdu. Eğitimini dönemin ünlü isimlerinden, aynı zamanda Şehzade II. Bayezid’in de hocası olan Hatip Kasım Efendi’nin yanında tamamladı. Hat sanatını öğrendiği ilk hocası Sufi Yahya Çelebizade Ali Çelebi’nin Fatih’in katibi olması üzerine Hayrettin Halil Çelebi’nin (Maraşlı Hayrettin) hocalığında hat eğitimini tamamladı.

Müziğe ve şiire ilgi duyan Şehzade II. Bayezid, Amasya Valisi iken Şeyh Hamdullah’tan hat dersleri almaya başladı. Şehzade, hocasına karşı hayranlık besler, o çalışırken yazı hokkasını tutarak saygısını belli ederdi. Davetlerde, en yakınına oturtup ilgi gösterirdi. 

Şeyh Hamdullah'ın sanatını destekleyen II. Bayezid

Fatih’in 1481'deki ölümü üzerine tahta geçen II. Bayezid, Şeyh Hamdullah’ı İstanbul’a davet etti. Harem dairesi yakınlarında bir oda temin ederek saray katibi ve yazı hocası olarak görevlendirdi.

Şeyh Hamdullah, hat üstatlığının yanı sıra çok iyi bir ok atıcısı ve usta bir terziydi. Ok ve yay yapabilir, diktiği kaftanların dikiş yeri mümkün değil bulunamazdı. Şehzadeliği sırasında II. Beyazid için de dikiş yerleri hiçbir şekilde seçilemeyen bir kaftan dikmişti. Pehlivanlar arasında ok atış rekoru kırarak Okmeydanı’nda menzil sahibi üstat oldu. Üstelik Üsküdar’dan Sarayburnu’na geçebilecek kadar iyi bir yüzücüydü.

Solda, Sultanahmet Camii-Sağda, Firuzağa Camii

II. Bayezid’in ölümünden sonra Yavuz Selim zamanında sekiz yıl boyunca inzivaya çekildi. Kanuni döneminde saraya geri döndü. Yakut el-Musta'sımi ile Abdullah Sayrafi’nin yazıları üzerinde uzun çalışmalar yaptı. 

Bir gün, II. Bayezid, Hazine-i Hümayun’dan çıkarttığı Yakut-el Mustası’mi’nin yazılarını gösterip Şeyh Hamdullah’tan yeni bir ekol oluşturmasını istemişti. Padişahın teşvikiyle çalışmalara koyulan Şeyh Hamdullah, Osmanlı hat ekolünün kurucusu oldu. Öncülüğü nedeniyle yüzyıllar boyunca “Hattatların Kıblesi” ve “Hattatların En Büyüğü” olarak anıldı. Ortaya koyduğu ekolle Osmanlı hat sanatı kimliğini bularak dünyadaki örneklerinden farklılaştı.

İstanbul'daki Bayezid Camii

Şeyh Hamdullah’ın çalışmaları sonucunda nesihte, Yakut-el Musta’sımi’de görülen durgunluk aşıldı. Canlı ve kıvrak bir estetik kazanan harflerin satıra oturuşu düzeldi. Hareke ile harfler uyumlu hale getirilerek bütünlük kazandırıldı. 

Şeyh Hamdullah, İstanbul’daki Bayezid Camii, Firuzağa Camii, Davutpaşa Camii ile Edirne’deki Bayezid Camii’nin celi sülüs kitabelerini yazdı. Ömrü boyunca kırk yedi Kur’an-ı Kerim tamamladı. Yaşı doksanı aştığında vefat etti ve Üsküdar, Karacaahmet Kabristanı’na defnedildi.

Şeyh Hamdullah için,
“Şeyhoğlu Hamdi hattı ta kim buldu zuhur,
Alemde bu muhakkak, nesh oldu hatt-ı Yakut”  sözleri söylenmiştir. Anlamı şudur: “Şeyh Hamdullah hattı ortaya çıkınca Yakut yazısının hükmünün kalmadığı muhakkaktır.” 
Şeyh Hamdullah’tan sonra yetişen başarılı hattatlar iki yüzyıla yakın, “Şeyh gibi yazdı” iltifatını duymuşlardır.  

3 Temmuz 2014 Perşembe

Osmanlı’da celi sülüsü inşa eden hattat, Ali Yahya Sufi

Osmanlı hat sanatında, Mustafa Rakım Efendi celi sülüs yazı stilinin önemli isimlerindendir. Ali Yahya Sufi ise aynı yazı stilini Fatih döneminde inşa eden hattatlardandır. Öyle ki Ali Sufi’nin celi sülüsünün etkileri 18. yüzyılın sonuna kadar hissedilir. 

İstanbul'daki Fatih Camii'nin kitabesini Ali Sufi yazmış

Kültür A.Ş.nin ‘İstanbul’un 100 Hattatı’ adlı yayınından Hattat Ali Sufi’nin babası Yahya Sufi’nin de hattat olduğunu öğreniyoruz. Ne yazık ki hayatıyla ilgili fazla bilgiye ulaşılamamış. Edirneli bir sanatçı olan Ali Sufi, hayatı boyunca milli benliği ve zevki aramış. “Hattatların Kıblesi” olarak tanınan Şeyh Hamdullah'ın ilk hocası olmuş. 1477 yılında vefat etmiş. Mezarının Üsküdar’da, Karacaahmet Mezarlığı’nda bulunduğu sanılıyor. Ancak mezar taşı kitabesi günümüze ulaşmamış.   

Topkapı Sarayı'nın Bab-ı Hümayun Kapısı

Ali Sufi’yi özellikle Fatih Camii’nin avlu pencerelerinin iç ve dış kısmında yer alan yazıları ile Topkapı Sarayı’nın Bab-ı Hümayun Kapısı (Saltanat Kapısı) üzerinde bulunan kitabe yazılarından tanıyoruz. Topkapı’da, mükemmel bir harf yapısını yakalayan Ali Sufi’nin kalem hareketlerindeki tatlılık göze çarpıyor. Bununla birlikte girift kompozisyonun güçlüğüne rağmen istifin kusursuzluğu da dikkat çekiyor.  

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Istakoz ve ağır trajedi

Yengeç ailesinin üyelerinden ıstakoz, şık sunumlar eşliğinde lüks davetleri ve en pahalı menüleri süslüyor. Tarih boyunca seçkin sınıfların en özel masalarında yer almasının nedeni leziz eti. Balıkçı tezgahlarında, restoranların özel havuzlarında, iri kıskaçlarını ağır ağır hareket ettirirken görünümü biraz ürpertici. Kalın kabukları yosun tutmuş kayaları, gözleri ise teleskopu andırıyor, ağzı sürekli bir şeyler anlatır gibi. 

Istakozun en tehlikeli düşmanları ahtapot ve insan

Istakozun rengi türüne göre değişiyor. Maviden yeşile, kahverengiden kırmızıya kadar farklı renklerde olanlarına rastlanıyor. Denizlerdeki varlığı 500 milyon yıl öncesine kadar uzanıyor. Temiz sularda, planktonların ve mercan resiflerinin olduğu yerlerde yaşıyor. Ağırlığı 500 gramdan başlayıp 5 kiloyu bulabilen ıstakoz, en çok kayalık deniz diplerini seviyor. İhtiyarlamış olanları iyice ağırlaşmış gövdesini derinliklere saklıyor. En tehlikeli düşmanları uzun, güçlü kollarıyla ahtapot ve elbette insan. Ahtapot, ıstakozun vücuduna sarılıp yapışınca tüm hareket kabiliyetini yok ediyor ve iliğine kadar emip içini bomboş bırakıyor. İnsan ise... 

Balıkçılar ıstakoz peşinde

Beş yaşına basmış bir ıstakozun ağırlığı yaklaşık olarak yarım kiloyu buluyor. Her kabuk değiştirişinde yüzde 20 kadar büyüme gösteriyor. Eskiden ıstakozlar gübre olarak kullanılır, toprağa gömülürmüş. Zamanla eti rağbet görmeye başlayınca en gösterişli sofralar için özellikle avlanır olmuş. Günümüzün kalitesi yüksek ıstakozları, Amerika, Kanada ve Batı Afrika kıyılarında yetişiyor. Eskiden Marmara ve Ege Denizi'nde de bolca rastlanmakla birlikte özellikle son yıllarda suların kirlenmesiyle sayısı hayli azalmış. 

Avlanan ıstakozlar yüksek fiyatlara satılıyor

Istakozun etinin en lezzetli olduğu dönem, kabuk değiştirme dönemi. Bu zamanlarda eti dolgunlaşıyor. Pişirilme yöntemi gerçekten çok ağır bir trajedi. Suyun dışında kalan ıstakoz, salgıladığı sıvı nedeniyle kendi etini zehirleyip yenilmez hale getiriyor. Bu yüzden de aniden öldürülmesi gerekiyor. Istakoz canlıyken ya tuzlu ve sirkeli kaynar suda haşlanıyor ya da ayakları koparılıp kabuğu bıçakla delinerek mangala atılıyor. Pişirilirken çıkardığı yürek kanırtan ses ise kabuğundan geliyor. Istakoz ne kadar acı çekerse çeksin bağıramıyor, çünkü ses telleri yok. 

25 Haziran 2014 Çarşamba

Divriği Ulu Camii ve etrafındaki esrarengiz gölgeler

Sivas’ta bulunan Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, Anadolu’nun ihtişamlı duraklarından biri. Yapının kayayı andıran güçlü duvarları göğe doğru yükselirken konik külahların ve anıtsal taç kapılarının gölgesi toprağa düşer.
1985 yılında UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınan eser, ışık-gölge oyunlarının şaşırtmacalarıyla dolu.

Divriği Ulu Camii, 1228-29 yıllarında Mengücekli Beyi Ahmet Şah tarafından yaptırılmış. Ruh hastalarının müzik ve su sesiyle tedavi edildikleri darüşşifa ise aynı tarihte, Ahmet Şah’ın eşi ve Erzincan Beyi Fahrettin Behramşah’ın kızı Turan Melek tarafından inşa ettirilmiş. Mimarı Ahlatlı Muğis oğlu Hürrem Şah. 

Anıtsal taç kapılarıyla Divriği Ulu Camii

Darüşşifa caminin güney duvarına dayanıyor. Külliyeye ait olduğu bilinen aşhane, konukevi, sundurma, mahkeme, namazgah, kuyu ve sebil gibi yapılar ne yazık ki günümüze ulaşamamış.


Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, mükemmel üç boyutlu detaylı geometrik stillere ve bitkisel bezemelere sahip. Devamlı tekrardan kaçınan taş ustası, kendini sürekli yenilemiş ve bir motife bağımlı kalmamış. Caminin ve darüşşifasının dört kapısı bulunuyor: Şifahane Taç Tapısı, Cami Kuzey Taç Kapısı, Cami Batı Taç Kapısı ve Şah Mahfili Taç Kapısı. 

Eseri gören Evliya Çelebi, hayranlığını,“Üstad-ı mermer bu camiye öyle emek sarf edip kapı ve duvarları öyle nakış bukalemun eylemiş ki methinde diller kısır, kalem kırıktır” sözleriyle dile getirmiş. 

Kapılara vuran gölgeler ilgi ve merak uyandırıyor

Divriği Ulu Camii’nin giriş kapısına ikindi güneşi düştüğünde esrarengiz gölgelerin belirdiğini söyleyenler, hatta bu anı fotoğraflamaya çalışanlar var. Ayakta duran bir erkek silüeti ve bu silüetin önünde dikdörtgene benzer bir gölge daha. Gölgelerin, Kur’an-ı Kerim okuyan ve namaz kılan iki figüre ait olduğu iddia ediliyor. Kimilerine göre, camiye girişi sağlayan taç kapıda beliren silüetin uzunluğu 4 metreye yaklaşacak kadar heybetli.