27 Ocak 2014 Pazartesi

1635 yılında, bugün, sarayın odunluğunda boğularak öldürülmüştü

“Bülbülün dili, belası...”
Güzel sesi yüzünden ömrünü kafeste geçiren bülbülle, engel olamadığı hicivleri (yergi) yüzünden canından olan şair Nef’i’nin kader birliğine yakışan bir söz. 1635 yılında, bugün (27 Ocak günü), sarayın odunluğunda boğularak öldürülmüştü Nef’i. Cansız bedeni İstanbul Boğazı’nın sularına bırakılmıştı.  

On yedinci yüzyılın Erzurum’unda dünyaya gelen Nef’i, küçük yaşlardan başlayarak iyi bir eğitim gördü. Türk edebiyatının önemli eserlerini okudu, Arapçayı ve Farsçayı öğrendi. Sultan I. Ahmet zamanında sarayda görev aldı, II. Osman ve IV. Murat dönemlerini yaşadı.

Yazdığı hicivler yüzünden öldürülen Şair Nef'i

“İtikadımca kelb, tahirdir”
Osmanlı sarayında yıldızı sönmeyen Nef’i, hicivleriyle devrinin önde gelen devlet adamlarının nefretini üzerinde topluyordu. Nef’i’den hazzetmeyenlerden biri de Vezir Tahir Efendi’ydi. Kendine yöneltilen hicivlere tahammül edemeyen Tahir Efendi, şaire köpek anlamına gelen “Kelb” sözünü söylemişti. Nef’i’nin cevabı ise gecikmemişti: “Bize kelb demiş Tahir Efendi/İltifatı bu sözüyle zahirdir/Maliki’dir benim mezhebim zira/İtikadımca kelb, tahirdir.”

Nef’i savunmasında, tahir isminin ‘temiz’ anlamına gelmesi, Maliki inancında insanların köpeği temiz bir hayvan olarak kabul etmeleri nüktesinden yola çıkarak paçayı kurtarmıştı.

“Mübarek terinizdir!”
Bir gün Sultan IV. Murat, Nef’i’nin hiciv şiirlerinin derlendiği eseri Siham-ı Kaza’yı okurken güçlü bir gök gürültüsü duydu. Hemen ardından şiddetli bir yıldırımın düşmesini işaret olarak algılayan sultan, şairin bir daha asla hiciv yazmamasını emretti. Ancak kendine engel olamayan Nef’i, Vezir Bayram Paşa hakkında verip veriştirdi.  

Halk arasında anlatılıp bugünlere gelen hikayeye göre, Nef’i’yi IV. Murat’a şikayet etmek üzere bir dilekçe kaleme alınıyordu. Başarılı ve yetenekli bir şair olduğundan suçlayanlardan bazıları kararsızdı. Dilekçeyi yazan zenci katibin kaleminin mürekkebi sayfaya damlayınca katip telaşlandı. Bunun üzerine Nef’i kendini tutamayarak “Telaşlanmayınız efendim, mübarek terinizdir” sözünü söyleyiverdi. Böylece kararsız olanlar da fikrini değiştirdi ve Nef’i öldürüldü. 

23 Ocak 2014 Perşembe

Hayallerinin peşinden giden ve tıp diploması alan ilk kadın

3 Şubat 1821 günü dünyaya gelen Amerikalı Elizabeth Blackwell, hayatına dönemindeki kadınlardan farklı bir yön çizdi. O tıp dünyasında yol almak istiyordu.  

Elizabeth Blackwell

Göçmen bir ailenin kızıydı Elizabeth. Babasının ölümünün ardından, kız kardeşi ve annesinin ortak çabasıyla bir okul açtı. Elizabeth’in hayali herkesten farklıydı. Bir tıp diplomasına sahip olmanın hayalini kuruyordu. Ancak dönemin koşulları bir kadının tıp eğitimi görmesi için uygun değildi.

Elizabeth, Geneva Tıp Koleji tarafından kabul edilene kadar kendi başına eğitimini sürdürdü. Nihayet 1847’de tıp öğrencisi olmayı başardı. Okulun tüm öğrencileri erkekti ve hiç kimse bir kadının hekim olabileceğine inanmıyordu. Etrafındakilerin tüm çabası onu bu düşüncesinden vazgeçirmekti. Tüm olumsuz kanılara rağmen Elizabeth Blackwell, 23 Ocak 1849’da ABD’de tıp diploması alarak ‘dünyanın tıp diploması alan ilk kadını’ unvanını kazandı.

Elizabeth Blackwell adına basılan posta pulu

Mezun olduktan sonra Paris ve Londra'da çalıştı. New York'ta bir klinik açtı (1857). Hayatı boyunca ideallerinin peşinden gitti, 1860’ların sonlarında kadınlar için tıp okulu kurdu. Women’s Medical College of the New York Infirmary adlı bu okulda, öğrencilere tıpta çok önemli bir yeri olduğuna inandığı hijyen (hıfzıssıhha) dersleri verdi. 31 Mayıs 1910 günü hayata veda ettiğinde hayallerini gerçekleştirmiş bir kadındı.

21 Ocak 2014 Salı

“Lala, paraysa esas derdin, Edirne'den onların başkentine kadar her bir adıma bir san lira dizeyim!”

Divan edebiyatında ‘Cihangir’ adıyla anılan Osmanlı sultanı III. Mustafa, 21 Ocak 1774’te öldü ve yerine I. Abdülhamit geçti. Osmanlı sultanlarının yirmi altıncısıydı. 28 Ocak 1717 günü doğmuştu.

III. Mustafa zorlu bir hayat yaşadı. Babası III. Ahmet’in 1730'da tahttan çekilmesinin ardından yirmi yedi yıl gibi uzun bir süre kafes hayatı yaşadı. Ancak amcasının oğlu III. Osman'ın ölümünden sonra, kırklı yaşlarına varmışken Ekim 1756'da devletin başına geçebildi.


26. Osmanlı Sultanı III. Mustafa

Heybetli bir arslanı andıran Devlet-i Osmaniye
Şair, hattat ve bir alimdi. Sadrazam Koca Ragıp Paşa’nın yardımlarıyla yönetiminin ilk 10 yılı huzur içerisinde geçti. Rusya’nın atakları karşısında, “Lala niçin Ruslara savaş açmayız, paraysa esas derdin, Edirne'den onların başkentine kadar her bir adıma bir san lira dizeyim!” dediği bilinir. Küçük yaşlardan itibaren Osmanlı devlet geleneği içerisinde yetişmiş Koca Ragıp Paşa'nın ise sultana şu cevabı verdiği söylenir: “Padişahım, Devlet-i Osmaniye uzaktan bakıldığında heybetli bir arslanı andırır. Eğer yakından tetkik edildiğinde görünür ki bu arslanın dişlerinin dökülmüş, pençelerinin tırnakları kırılmış haldedir. Bunu öğrenenler artık o arslanı rahat bırakmazlar. Bunun için uzaktan görünen heybetiyle bu arslan, düşmanlarının çekindiği, çatmaya korktuğu görüntü olarak kalsın. Belki geçen bu zaman zarfında Devlet-i Aliye yapacağı ıslah edici tanzimlerle arslanı kuvvetli bir hale getirebilir!”

Yolsuzlukla mücadele etti
III. Mustafa, ekonomik durumu düzeltmek için saray harcamalarını kıstı, yolsuzlukla mücadele etti. Süveyş Kanalı’nı açmayı düşünecek kadar ileri görüşlü bir devlet adamıydı. Sadrazamının önerilerini dikkate alarak orduyu rahatsız etmeden askeri reformlar yaptı. 22 Mayıs 1766’da yaşanan büyük İstanbul depreminin ardından Fatih Camii'ni yeniden yaptırdı. Laleli Camii de onun zamanında inşa edildi.

Osmanlı’nın yenilgisini kabullenemedi ve…
III. Mustafa’nın saltanatının son dönemine Osmanlı-Rus Savaşı (1768-1774) damgasını vurdu. Ordunun zayıf yönlerini bilmesine karşın II. Katerina yönetimindeki Rusya'nın Lehistan'a yaptığı müdahalelere dayanamayarak Rusya'ya karşı savaş ilan etti. Baltık Denizi'nden yola çıkan Rus donanmasının Çeşme'de Osmanlı donanmasını yakması zaferlere alışkın devlet için acı bir yenilgi oldu. Osmanlı Devleti’nin yüzyıllardır parlayan yıldızı ilk kez ışıltısını kaybetmişti. Rusların ilerlemeleri, III. Mustafa’nın ruhunda derin yaralar açtı ve nihayet sıkıntılar içinde felç geçirerek yaşamını yitirdi.


Bugün, kendi yaptırdığı Laleli Külliyesi’nin içindeki III. Mustafa Türbesi'nde yatıyor. 

20 Ocak 2014 Pazartesi

Köylülerin ressamı, Jean François Millet

Van Gogh’un, “İşte düşüncelerimi yansıtan bir ressam” dediği ve kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda adını 214 kez andığı, Jean François Millet. Bugün, 20 Ocak 1875 günü yaşama veda eden Millet’in 139. ölüm yıl dönümü.

Başak Toplayan Kadınlar

Herkesten gizlenen bir ressam
İçine kapanık, suskun, kendi halinde, herkesten kaçan, gizlenen biriydi. Jean François Millet, 1814’te Cotentinli köylü bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Cherbourg’da resim eğitimi aldıktan sonra Paris’e gitti. Karanlık, sisli, gürültülü ve kalabalık bir şehirdi Paris. Dağlara, kırlara, gökyüzünün mavisine, sıcakkanlı insanlara alışkın olan Millet, şehir yaşamından korktu. Paris'te geçirdiği on yıl boyunca bireycilikten nefret etti. Yaptığı ‘Buğday Eleyen Adam’ tablosuyla birlikte “Konulara politik bilinçle mi, yoksa kendine en doğal gelen konu olduğu için mi yaklaşıyor?” tartışmalarının içine çekildi. 

Fransız Komünü’nün Paris’i salladığı, romantizmin değer kaybetmeye başladığı, natüralizmle realizmin çatıştığı yıllarda Millet, 1850’de Barbizon’a dönerek yeniden köy yaşantısına çekildi. “Bazı şeyleri, gördüğüm şeyleri anlatmam gerek. Söylemek istediklerimi söyleyinceye dek resim yapmaya devam edeceğim” dedi. Saman Taşıyıcısı’nı, Oturmuş Çoban Kızı, Tohum Serpen Adam, Başak Toplayan Kadınlar, İneğini Otlatan Köylü Kadın, L’Angelus (Sabah Duası) tabloları izledi.

L'Angelus

L’Angelus, gerçek şiirin yakarışı mı?
Millet resim yaptıkça tepkiler çığ gibi büyüyordu. Bir grup, Fransa’da onun tablolarındaki gibi yorgun, aç, yoksul insanlar olmadığını söylüyordu ve sanatçıyı yalan söylemekle itham ediyordu. Bir başka grup ise köylülerin yüzündeki çalışma zevkinden yoksunluğu ve teslimiyet ifadesini reddediyordu. Bu gruba göre Millet, köylülere karamsarlığı ve kaderciliği yakıştırmıştı.

Salvador Dali'den, L'Angelus 

Özellikle bir başyapıt olan L’Angelus, halen tartışmalara açık. Van Gogh’un “Mistik bir güzelliğin ve gerçek şiirin yakarışı” dediği tablo, karikatürlere de konu oldu. La Vie Parisienne’de Paul Hadol, tablonun karikatürünü “Aziz kardeşlerim, çürük patatesler için dua edelim” alt yazısıyla vererek ciddi bir eleştiriye imza attı. Salvador Dali, L’Angelus’un uyandırmış olduğu dinsel hayranlığı şiddetli bir biçimde sarsan tablolar yaptı. L’Angelus kimine göre dini inançların şükür dolu ifadesiyken kimine göre de kilisenin, kırsal kökenli sınıflar üzerinde yarattığı bunaltıcı baskının ağır bir eleştirisiydi.

Rasdelka, minimalist ve güçlü algılar

Serkan Bayer’in  ‘Rasdelka’ başlıklı sergisinin açılış kokteyli 22 Ocak’ta, Mine Sanat Galerisi’nde yapılacak. Sergi 22 Şubat’a kadar görülebilecek.

Serkan Bayer, Cosmik 2
Benim eserlerim madde odaklı düşünceden ayrışmış ve ruhani tarafı daha güçlü bir algıyı gerektirir diyen Serkan Bayer, çoğunlukla minimalist bir yaklaşımla eser üretiyor. Bayer, eserlerinde Rasdelka olarak adlandırılan elektriksel ya da manyetik alandaki çekim kuvvetlerini göstermekte kullanılan icona çizgilerine işaret ediyor. İki bölümden oluşacak olan bu sergide sanatçının yaratıcıya saygı adıyla sembolikleştirdiği ve evrenin ‘server’ merkezi olarak sembolize ettiği Cosmik oda ve odadaki metalik eserlerle dikkatleri üzerine çekiyor.

Yanılsamalar dünyasında Duchamp’ın yaptığı bir konuşmayla sergi konusunu en iyi şekilde özetlediğini vurguluyor: “Göze görünmeyen, dördüncü bir boyutun yanılsama olasılığı hakkında düşündüm.’’ Nasıl güneş dünyada iki boyutlu yanılsamalara yol açıyorsa üç boyutlu bir nesnenin gölgesinin de iki boyutlu biçimler oluşturduğunu gördüm. Benzeşim ilkesine dayanarak buradan çıkardığım sonuç, bizim böyle kendiliğindenmişçesine baktığımız üç boyutlu nesnelerin bizim bilmediğimiz dört boyutlu biçimlerin yansımaları olabileceğidir. 

İletişim: Teşvikiye Mah. Prof. Dr. Müfide Küley Sok. No:1/1 Yasemin Apt. D:5 Nişantaşı, Şişli/İstanbul

17 Ocak 2014 Cuma

Hat sanatında harfler ve ekoller

İslam güzel sanatlarının en önemli kollarından biri güzel yazı, hat sanatı. Farklı yazı şekillerinde ortaya çıkan birbirinden farklı ekoller yazı sanatına zenginlik ve görkem kattı.

Kur’an-ı Kerim’de Kalem Suresi’nin birinci ayetinde, “Nun ve’l-kalemi ve ma yesturun” ifadesi geçer. Anlamı: “Hokka ile kalemi, kalemle yazdıklarını şahit tutarım ki.” Hokka ve kaleme verilen değer, bunlar kullanılarak oluşturulan hat sanatına da yansır.


Aklam-ı sitte’nin doğuşu
Dördüncü Halife Ali zamanında ilerlemeye başlayan yazı sanatı, başkent Kufe’den yola çıkarak Kufi adını alır. Zamanla Kufi’nin sert köşeleri kaybolmaya başlar ve Hattat İbn Mukle, İslam yazı sanatını kurallara bağlama çabasına girişir. Böylelikle aklam-ı sitte denilen yazılar doğar: Muhakkak, reyhani, sülüs, nesih, tevki, rika.

Reyhani çiçeklerine benzeyen
Kufi’den çıkan ilk yazı muhakkak’ın kelime anlamı, “şüpheli bir yeri kalmamış, sağlam söz ve sağlam dokunmuş kumaş.” Muhakkak, özellikle Kur’an yazımında kullanılmış. Muhakkak’ın kurallarına göre yazılan fakat daha küçük boyutlardaki yazının adı ise Reyhani. “Reyhana mensup” anlamına gelen Reyhani, muhakkak’ın üçte biri küçüklükte. Tümü olmasa da harflerin çoğu reyhani çiçeğini andırıyor. Zamanla yerini nesih ve sülüs’e terk ediyor. 



Sülüs, “Yazıların anası”
“Üçte bir” anlamını taşıyan sülüs’te harflerin üçte iki kısmında düzlük görülürken üçte bir kısmında meyil fark edilir. Muhakkak’a göre sülüs’te yuvarlaklar daha fazla göze çarpar. “Yazıların anası” denilen sülüs, levhadan kitap başlığına kadar her yere yakıştırılmış. Emevilerin son dönemlerinden başlayarak günümüze kadar tüm İslam dünyasında en yaygın kullanılan yazı stili olmuş.

“Bir şeyi oldurmak” anlamını taşıyan tevki, sülüs’ün biraz daha küçüğü ve daha az özen gösterilerek yazılanı. Bir başka harfle birleşmeyen elif, re, vav gibi harfler tevki’de birbirine bağlanabiliyor. Padişahların buyruklarının üzerine çekilen tuğranın adı da tevki.

Deri ve kağıt parçalarına rıka denmekle birlikte bunların üzerine hızlı bir şekilde yazılan yazılara da rıka denmiş. Tevki’nin kurallarına bağlı, fakat ondan daha küçük boyutlarda yazılan rıka hızlı yazmaya çok uygun. Mektup ve edebi düzyazılarda rastlanan, günlük yaşama uygun bir yazı stili. Kaynağı kufi’ye dayanan siyakat, daha çok resmi yazışmalarda kullanılıyor ve herkes tarafından kolaylıkla okunamıyor. 


Kırlangıç kanatlarının uçuşu
Aklam-ı sitte’den sonra yazı dünyasına katılan nestalik, kırlangıç kanatlarının yayvan uçuşlarını andırır. İran kökenli bir yazı olan nestalik’te, “asma, asılma” kelime anlamında da olduğu gibi harfler birbirine asılı dururmuş gibi bir görünüm sergiler. Türk hattatları kendi sanat anlayışları doğrultusunda, İran’dan farklı bir nestalik ekolü oluşturur. Öncülüğü Yesari ve onu izleyen yıllarda oğlu Yesarizade gerçekleştirir.

Ferman, berat, tayinleri bildiren evraklar gibi resmi devlet kayıtları divani ile yazılırdı ve üzerinde padişahın imzası olarak tuğra bulunurdu. Divani’nin Fatih döneminde yaşamış bir hattat olan İbrahim Münif tarafından keşfedildiği düşünülse de yazının o dönemdeki olgunluğu varlığının daha eskilere dayandığını ortaya koyuyor. 16. yüzyılda Hattat Tacuddin tarafından geliştirilen Celi Divani, “divani’nin irisi.” Divani’nin en güzel şekli, 19. yüzyılda Bab-ı Ali’de yazılmış.

Osmanlı hattatlarının buluşu olan rık’a, yuvarlaklığı az, düzlüğü çok bir yazı. Harekesi olmayan rık’a, kolay ve hızlı yazma amacıyla oluşturulmuş. Sarayda ortaya çıkan bu yazı, günlük yaşamın her alanında kendine yer bulmuş.*

*Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, Ali Alparslan, YKY

8 Ocak 2014 Çarşamba

Sanat, doruk ve Sinan

Yavuz Selim, Kanuni Süleyman ve III. Murat dönemlerini görmüş Mimar Sinan, Osmanlı topraklarını eserleriyle donatmış.

Sinaneddin Yusuf, Kayseri'de dünyaya gelir. 1511 yılında Yavuz Selim zamanında devşirme olarak İstanbul'a getirilir ve Yeniçeri Ocağı’na alınır. Ocakta dülger olur ve böyle başlar ustalık hikayesi. 

Sinan'ın "Kalfalık Eserim" dediği İstanbul'daki Süleymaniye Camii

Yavuz Selim'in Mısır Seferi’ne katılır. Kanuni Süleyman’ın Belgrad Seferi’nde yeniçeri, Rodos Seferi’nde atlı sekbandır. Mohaç Meydan Savaşı’nda gösterdiği yararlılıklardan ötürü acemi oğlanlar yayabaşılığına yükselir. Terfilerini zemberekçibaşılık ve başteknisyenlik izler. Kanuni Süleyman’ın İran Seferi sırasında, Van Gölü'nde karşı sahile gitmek için iki hafta gibi kısa sürede üç kadırga yapıp donatır. Bağdat Seferi’ndeyse Van Kalesi kuşatması sırasında, göl üzerinde nakliyat yapan kalyonlara top yerleştirir. Hayatındaki dönüm noktası, 1538 yılındaki Kara Boğdan Seferi’nde gerçekleşir. 

Osmanlı ordusu Prut Nehri kıyısında kalmış, daha ileriye gidememektedir. Nehri geçebilmek için güçlü ve yüksek bir köprü şarttır. Ancak tüm çabalara karşın bataklık alana kurulan tüm köprüler büyük bir gürültüyle çökmektedir. Vezir Lütfi Paşa’nın emriyle köprünün yapım görevi Sinan’a verilir. Sinan, on gün gibi kısa bir sürede istenen köprüyü inşa etmeyi başarır. Bundan böyle Sinan, on yedi yıl süren yeniçerilik hayatının ardından kırk dokuz yaşında bir mimarbaşıdır.

Sinan'ın "Ustalık Eserim" dediği Edirne'deki Selimiye Camii

Sinan’ın, mimarbaşılığa getirilmeden önce yaptığı Halep’teki Hüsreviye Külliyesi, buradaki ilk büyük Osmanlı eseridir. İstanbul’daki ilk eseri olan Haseki Külliyesi, Haseki semtine adını vermiştir. Dört yarım kubbenin ortasında merkezi bir kubbe planında ortaya çıkan Şehzade Camii, daha sonra yapılan tüm camilere örnek oluşturacaktır.


“Kalfalık eserim” dediği Süleymaniye Camii, İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Dünyanın en güçlü yöneticisinin emriyle, dünyanın en büyük mimarı tarafından, dünyanın en güzel şehrine yapılacak anıt eser muhteşemdir.

Klasik mimaride doruk noktası Selimiye 
Klasik dönem mimarisinin doruk noktası olan Selimiye Camii, şehre egemen konumdaki düzlük üzerinde, duvarlarla çevrili bir avlunun içinde yer alır. Muhteşem kubbesiyle uzaklardan dahi seçilir. Selimiye’nin kütle kompozisyonunda yukarıya doğru çıkıldıkça kendini belli eden sekizgen gövde, devasa kubbeyle taçlanır. Selimiye, Sinan’ın tüm dehasını gözler önüne seren muhteşem bir eserdir.

Sinan’ın eserleri Osmanlı medeniyetini Balkanlar’ın içlerine kadar taşır. Neredeyse 450 yıla yakın bir süre ayakta kalmayı başarmış, ancak savaşta yıkıma uğramış Bosna-Hersek’teki Mostar Köprüsü, Sinan’ın denetiminde yapılmıştır. Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazar İvo Andriç'in romanına konu olan Vişegrad'daki Drina Köprüsü de Sinan’ın eseridir.

Savaşta yıkılan Mostar Köprüsü Sinan'ın denetiminde yapılmıştı

Kubbet-üs-Sahra’nın onarımı, Kanuni döneminde Sinan tarafından yapılır. İslam’ın en kutsal mekanı Kabe’de, Harem-i Şerif’i çevreleyen revaklar ve kubbeler de Sinan tarafından onarılır. Sinan, Ayasofya’ya da büyük özen gösterir. Ayasofya’nın kubbesini onararak çevresine takviyeli duvarlar yapar ve eserin günümüze sağlam olarak gelmesine katkıda bulunur.

Mimar Sinan 92 cami, 52 mescit, 57 medrese, yedi darül-kurra, 22 türbe, 17 imaret, üç darüşşifa, beş su yolu, sekiz köprü, 20 kervansaray, 36 saray, sekiz mahzen ve 48 de hamam olmak üzere 375 eser verir. 1588 yılında İstanbul'da vefat eden Mimar Sinan, Süleymaniye Camii'nin yanında kendi yaptığı beyaz taşlı, sade türbeye defnedilir.

Uzaktan bakınca türbenin bir mimar pergelini andırdığını söyleyenler vardır. 

7 Ocak 2014 Salı

Onurlu bir yaşam mücadelesi, tükenmeyen aşklar

Yazar ve şair Boris Pasternak, romanı Doktor Jivago ile birlikte anılır. Pasternak, 1890 yılında Rusya’da dünyaya geliyor. Hayata bakış açısı, Çarlık Rusyası’nın entelektüel atmosferinde şekilleniyor. 

Doktor Jivago'nun film afişi

1956 yılında Noviy Mir dergisine gönderdiği romanı ‘Doktor Jivago’, orijinal adıyla Доктор Живаго, SSCB resmi görüşüne uygun olmadığı gerekçesiyle reddediliyor. 1957'de İtalya’ya kaçırılan roman ilk kez burada, hem Rusça hem de İtalyanca olarak yayımlanıyor. Ertesi yıl İngilizceye çevrilen Doktor Jivago, 1958’de Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülüyor. Ancak Boris Pasternak, baskılar sonucunda ödülü reddetmek zorunda kalıyor.

Filmde Lara'nın eşi Pasha

Pasternak'ın romanı 1965 yılında ünlü yönetmen David Lean tarafından filme alınıyor. Üç buçuk saat süren epik filmde; Ömer Şerif, Julie Christie, Geraldine Chaplin, Rod Steiger, Alec Guinness ve Tom Courtenay başrolleri paylaşıyorlar. Yapımcılığını Carlo Ponti'nin üstlendiği filmin müziklerini Maurice Jarre besteliyor.

Jivago, ağabeyi ve Tonya

Doktor Jivago’nun konusu Rusya'da, 1917 Bolşevik Devrimi ve hemen sonrasında geçiyor. İç savaş patlak vermiş, ülke topraklarının her köşesi cepheye dönüşmüş. Olaylar devrimin hemen öncesinde başlıyor ve filmin arka fonunda devrim süreci acı bir gerçekçilikle anlatılıyor. 

Ön planda üst tabakadan, Jivago’ya ölümsüz bir aşkla bağlı eşi Tonya var. Ve Doktor Jivago’nun şiirlerine ilham veren başka bir kadını, Lara’yı görüyoruz sahnede. Sadakat ve ihtiras arasında bocalayan, hayatının kontrolü elinden alınmış Doktor Jivago ise oradan oraya sürükleniyor. Tüm koşullar içerisinde Jivago’yu, Lara ve Tonya’yı ayakta tutan iki neden var: Onurlu bir yaşam mücadelesi ve tükenmeyen aşkları. 

Lara ve Jivago

SSCB’de uzun yıllar yasaklı kitaplar listesinde yer alan Doktor Jivago, ancak 1980'li yılların sonunda ülkesindeki özgürlüğünü kazandı.

2 Ocak 2014 Perşembe

Doğum günün kutlu olsun Barış Manço

Barış Manço hayatta olsaydı, bugün 71. doğum gününü kutlayacaktık. Oysa aramızdan ayrılalı 15 yıl oldu.

Anadolu rock müziğinin kurucuları arasına adını yazan Barış Manço, 2 Ocak 1943 günü Üsküdar’da doğdu. Müzikle Galatasaray Lisesi'nde okuduğu yıllarda tanıştı. 1958’de ilk grubu Kafadarlar’ı daha sonra da ikinci grubu Harmoniler’i kurdu. Belçika Kraliyet Akademisi'nde resim, grafik ve iç mimarlık eğitimi görürken garsonluk, otomobil bakıcılığı gibi işlerde çalıştı. Hollanda'da geçirdiği bir kaza yüzünden dudağında oluşan yarık yüzünden bıyık bırakmaya başladı. Ve Belçika Kraliyet Akademisi'ni birincilikle bitirdi.

Barış Manço

700 binden fazla satan Dağlar Dağlar
Barış Manço en büyük hitlerinden biri olan Kol Düğmeleri'ni Kaygısızlar’la kaydetti. 1970, Barış Manço'nun Anadolu pop sularına açıldığı bir yıl oldu.
Notalarını kemençe sanatçısı Cüneyd Orhon'un yazdığı Dağlar Dağlar türküsü, Barış Manço’nun kendi müzik tarzının başlangıcını oluşturdu ve plak 700 binden fazla sattı.

1970'te Moğollar ile güçlerini birleştirirken hedefleri Türk müziğiyle Avrupa'da ün kazanmaktı. Birlikte İşte Hendek İşte Deve, Katip Arzuhalim Yaz Yare Böyle ve Binboğanın Kızı’nı kaydettiler. 




Kurtalan Ekspres yılları
Şubat 1972’de, adını İstanbul'dan Güneydoğu'ya giden trenden alan Kurtalan Ekspres'i kurdu. Ölüm Allah'ın Emri ve Gamzedeyim Deva Bulmam adlı şarkıları kaydetti. Bunları Küheylan ve Lambaya Püf De izledi. İlk video klibini Hey Koca Topçu için çekti. Bu klipte Kurtalan Ekspres üyeleri Yeniçeri ve Mehter kıyafetleriyle, Barış Manço ise Mülazim-i Evvel Barış Efendi olarak asker kıyafetiyle göründü.

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Aynalı Kemer gibi halk deyişlerini kullandığı şarkılarıyla zirveye oturdu. Nazan Şoray için yaptığı, kaydında Kurtalan Ekspres’in çaldığı Hal Hal yılın şarkısı ödülünü kazandı. Dönence ve Gülpembe ile şöhreti doruk noktasına ulaştı. 1983 yılında, Halil İbrahim Sofrası ve Kazma gibi anlamlı sözler içeren şarkılarıyla adeta toplumun sözcüsü oldu. Kurtalan Ekspres'in fiili olarak sona ermesi gerçekleşti. Domates Biber Patlıcan, Kara Sevda, Can Bedenden Çıkmayınca ve Nane Limon Kabuğu gibi Barış Manço hitleri döneme damgasını vurdu.



Barış Manço ile 7'den 77'ye programı 1988’de doğdu. Adam Olacak Çocuk programı ile çocuklara seslendi. 1990’da, Türk-Japon dostluğu etkinlikleri kapsamında Japonya'ya gitti ve Japonya'daki ilk konserini verdi.

Dünyanın pek çok ülkesine gittiği için “Barış Çelebi” adıyla da tanındı.