16 Temmuz 2014 Çarşamba

Gerçek bir vatanseverin hayatı, Vecihi Hürkuş

Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu yapan Vecihi Hürkuş, tüm olanaksızlıklara rağmen ilk Türk uçağını imal etmeyi başarmıştı. Bugün, ölüm yıl dönümü olan Vecihi Hürkuş’u daha yakından tanıyalım, vatanseverliğiyle bunu fazlasıyla hak ediyor.  

Üç yaşındayken babasını kaybetti
Vecihi Hürkuş, 6 Ocak 1896 yılında doğdu, 16 Temmuz 1969 yılında aramızdan ayrıldı. Babası gümrük müfettişi Faham Bey, annesi Zeliha Niyir Hanım’dı. Vecihi henüz üç yaşındayken babasını kaybetti. Üç kardeşin ortancasıydı. İlkokulu Bebek’te bitirdikten sonra sırasıyla Üsküdar Füyuzati Osmaniye Rüştiyesi, Üsküdar Paşakapısı İdadisi ve Tophane Sanat Okulu’nda okudu.

Vecihi Hürkuş

Birinci Dünya Savaşı’ndan yara alarak kurtuldu
Katıldığı Birinci Dünya Savaşı'nda yara alan Hürkuş, Yeşilköy'deki Tayyare Mektebi'nden pilot unvanıyla mezun oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara karşı savaştı, esir düşse de Azeri Türklerinin de yardımıyla kurtulmayı başardı ve yeniden vatana döndü. Bir savaş uçağının tasarımını yaptı ancak Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasıyla projesi yarım kaldı. 

Düşman uçağı düşüren ilk Türk havacı
Kurtuluş Savaşı’nda ön saflarda savaşan Vecihi Hürkuş, İnönü ve Sakarya Savaşları’nda büyük başarılar gösterdi, düşman uçağı düşüren ilk Türk havacı oldu. Kırmızı şeritli İstiklal Madalyası’nın yanı sıra TBMM tarafından üç kez takdirname almaya hak kazandı.

İlk Türk uçağını imal etti
1923'te ganimet olarak Yunan kuvvetlerinden ele geçen motorlardan yararlanarak ilk Türk uçağını imal etti. VECİHİ K-VI adını verdiği uçağını uçurunca cezalandırıldı (28 Ocak 1925). Cezanın gerekçesi ise izin almadan uçmuş olmasıydı! 


Sırada yeni bir uçak daha
1930'da Kadıköy'de bir keresteci dükkanını kiralayarak çalışmalarına yeniden başladı. Üç ay gibi kısa bir süre içerisinde ilk Türk sivil uçağını, aslında ikinci uçağını yaptı. Yeni uçağı VECİHİ XIV, ilk uçuşunu, 27 Eylül 1930'da Kadıköy-Fikirtepe'de büyük bir topluluğun ve basın mensuplarının karşısında gerçekleştirdi.

“Yaşasın Türk Tayyareciliği”
Vecihi Hürkuş, Uçabilirlik Sertifikası için İktisat Bakanlığına başvursa da 14 Ekim 1930'da şu yanıtla karşılaştı: “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir.” Ancak vazgeçmedi. Yürütülen diplomatik ilişkiler sonucunda, 23 Nisan 1931’de Çekoslovakyalı yetkililer tarafından düzenlenen bir törenle, “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir pankartla onurlandırılarak uçuş iznini almayı başardı.

İlk sivil havacılık okulu
Vecihi Hürkuş, 1932 yılında ilk Türk sivil havacılık okulu olan Vecihi Sivil Tayyare Mektebi’ni açarak genç havacılar yetiştirmeye başladı. İstanbul Kalamış-Kadıköy'de ilk sivil Türk uçağı VECİHİ XIV’dan başka ilk Türk eğitim ve spor uçağı VECİHİ XV, 160 beygirlik Mercedes uçak motorlu deniz kızağı VECİHİ SK-X’in de üretilmesini sağladı. 1954 yılında ilk sivil havayolu şirketi olan Hürkuş Havayolları'nı kurarak ülkemizin havacılık tarihinde bir yeniliğe daha imza atmış oldu.

14 Temmuz 2014 Pazartesi

“Seninle doğan güldür bu gönül…”

Bugün, Klasik Türk Müziği sanatçısı Safiye Ayla’nın 107. yaş günü. Safiye Ayla, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında, 14 Temmuz 1907 tarihinde doğdu. 14 Ocak 1998 günü doğduğu şehirde, İstanbul’da hayata gözlerini kapadı.

Safiye Ayla’nın babası Mısırlı Hicazizade Hafız Abdullah Bey idi. Abdullah Bey, kızı dünyaya gelmeden öldü.  Annesi ise Safiye henüz üç yaşındayken hayatını kaybetti. Bunun üzerine Çağlayan Yetimhanesi’nde ilkokulu bitirmek zorunda kalan Safiye Ayla, Bursa Öğretmen Okulu’na devam etti. Beyoğlu'nda ilkokul öğretmenliğine başladıktan sonra Eyyubi Mustafa Sunar'dan müzik dersleri aldı. Yesari Asım Arsoy, Hafız Ahmet Irsoy, Selahattin Pınar, Saadettin Kaynak ve Udi Nevres Bey'in müzik bilgilerinden istifade etti. 

Klasik Türk Müziği'nin unutulmaz isimlerinden Safiye Ayla

Safiye Ayla, 1932 yılında verilen bir davette, Atatürk’ün huzurunda ilk kez şarkı söyledi. Sesi büyük beğeni topladı. Yine, bir konserinde ‘Yanık Ömer’ şarkısını Mustafa Kemal’in isteği üzerine defalarca okudu. Konser sonunda Mustafa Kemal, “Safiye çok teşekkür ederim, çok güzel yorumladın. Bu türküyü bir operada söylemeni çok isterim. Bunu başarırsan beni gerçekten çok mutlu edersin” dedi.


1950 yılında besteci Şerif Muhittin Targan ile evlenen Safiye Ayla, İstanbul Radyosu başta olmak üzere Türkiye radyolarında sayısız konser verdi, beş yüzden fazla plak doldurdu. ‘Seninle doğan güldür bu gönül’ ve ‘Aşk yaprağına konarak koza öresim gelir’ adlı bestelerini yaptı.


Safiye Ayla tüm başvurularına karşın bir operada ‘Yanık Ömer’  türküsünü icra edebileceği tek yer bulamadı. Atatürk'ün vasiyetini yerine getiremeden seksen yaşındayken aramızdan ayrıldı. 


7 Temmuz 2014 Pazartesi

“Şeyh Hamdullah hattı ortaya çıkınca Yakut yazısının hükmünün kalmadığı muhakkaktır”

Buhara Türklerinden Şeyh Hamdullah, Amasya’da doğdu. Eğitimini dönemin ünlü isimlerinden, aynı zamanda Şehzade II. Bayezid’in de hocası olan Hatip Kasım Efendi’nin yanında tamamladı. Hat sanatını öğrendiği ilk hocası Sufi Yahya Çelebizade Ali Çelebi’nin Fatih’in katibi olması üzerine Hayrettin Halil Çelebi’nin (Maraşlı Hayrettin) hocalığında hat eğitimini tamamladı.

Müziğe ve şiire ilgi duyan Şehzade II. Bayezid, Amasya Valisi iken Şeyh Hamdullah’tan hat dersleri almaya başladı. Şehzade, hocasına karşı hayranlık besler, o çalışırken yazı hokkasını tutarak saygısını belli ederdi. Davetlerde, en yakınına oturtup ilgi gösterirdi. 

Şeyh Hamdullah'ın sanatını destekleyen II. Bayezid

Fatih’in 1481'deki ölümü üzerine tahta geçen II. Bayezid, Şeyh Hamdullah’ı İstanbul’a davet etti. Harem dairesi yakınlarında bir oda temin ederek saray katibi ve yazı hocası olarak görevlendirdi.

Şeyh Hamdullah, hat üstatlığının yanı sıra çok iyi bir ok atıcısı ve usta bir terziydi. Ok ve yay yapabilir, diktiği kaftanların dikiş yeri mümkün değil bulunamazdı. Şehzadeliği sırasında II. Beyazid için de dikiş yerleri hiçbir şekilde seçilemeyen bir kaftan dikmişti. Pehlivanlar arasında ok atış rekoru kırarak Okmeydanı’nda menzil sahibi üstat oldu. Üstelik Üsküdar’dan Sarayburnu’na geçebilecek kadar iyi bir yüzücüydü.

Solda, Sultanahmet Camii-Sağda, Firuzağa Camii

II. Bayezid’in ölümünden sonra Yavuz Selim zamanında sekiz yıl boyunca inzivaya çekildi. Kanuni döneminde saraya geri döndü. Yakut el-Musta'sımi ile Abdullah Sayrafi’nin yazıları üzerinde uzun çalışmalar yaptı. 

Bir gün, II. Bayezid, Hazine-i Hümayun’dan çıkarttığı Yakut-el Mustası’mi’nin yazılarını gösterip Şeyh Hamdullah’tan yeni bir ekol oluşturmasını istemişti. Padişahın teşvikiyle çalışmalara koyulan Şeyh Hamdullah, Osmanlı hat ekolünün kurucusu oldu. Öncülüğü nedeniyle yüzyıllar boyunca “Hattatların Kıblesi” ve “Hattatların En Büyüğü” olarak anıldı. Ortaya koyduğu ekolle Osmanlı hat sanatı kimliğini bularak dünyadaki örneklerinden farklılaştı.

İstanbul'daki Bayezid Camii

Şeyh Hamdullah’ın çalışmaları sonucunda nesihte, Yakut-el Musta’sımi’de görülen durgunluk aşıldı. Canlı ve kıvrak bir estetik kazanan harflerin satıra oturuşu düzeldi. Hareke ile harfler uyumlu hale getirilerek bütünlük kazandırıldı. 

Şeyh Hamdullah, İstanbul’daki Bayezid Camii, Firuzağa Camii, Davutpaşa Camii ile Edirne’deki Bayezid Camii’nin celi sülüs kitabelerini yazdı. Ömrü boyunca kırk yedi Kur’an-ı Kerim tamamladı. Yaşı doksanı aştığında vefat etti ve Üsküdar, Karacaahmet Kabristanı’na defnedildi.

Şeyh Hamdullah için,
“Şeyhoğlu Hamdi hattı ta kim buldu zuhur,
Alemde bu muhakkak, nesh oldu hatt-ı Yakut”  sözleri söylenmiştir. Anlamı şudur: “Şeyh Hamdullah hattı ortaya çıkınca Yakut yazısının hükmünün kalmadığı muhakkaktır.” 
Şeyh Hamdullah’tan sonra yetişen başarılı hattatlar iki yüzyıla yakın, “Şeyh gibi yazdı” iltifatını duymuşlardır.  

3 Temmuz 2014 Perşembe

Osmanlı’da celi sülüsü inşa eden hattat, Ali Yahya Sufi

Osmanlı hat sanatında, Mustafa Rakım Efendi celi sülüs yazı stilinin önemli isimlerindendir. Ali Yahya Sufi ise aynı yazı stilini Fatih döneminde inşa eden hattatlardandır. Öyle ki Ali Sufi’nin celi sülüsünün etkileri 18. yüzyılın sonuna kadar hissedilir. 

İstanbul'daki Fatih Camii'nin kitabesini Ali Sufi yazmış

Kültür A.Ş.nin ‘İstanbul’un 100 Hattatı’ adlı yayınından Hattat Ali Sufi’nin babası Yahya Sufi’nin de hattat olduğunu öğreniyoruz. Ne yazık ki hayatıyla ilgili fazla bilgiye ulaşılamamış. Edirneli bir sanatçı olan Ali Sufi, hayatı boyunca milli benliği ve zevki aramış. “Hattatların Kıblesi” olarak tanınan Şeyh Hamdullah'ın ilk hocası olmuş. 1477 yılında vefat etmiş. Mezarının Üsküdar’da, Karacaahmet Mezarlığı’nda bulunduğu sanılıyor. Ancak mezar taşı kitabesi günümüze ulaşmamış.   

Topkapı Sarayı'nın Bab-ı Hümayun Kapısı

Ali Sufi’yi özellikle Fatih Camii’nin avlu pencerelerinin iç ve dış kısmında yer alan yazıları ile Topkapı Sarayı’nın Bab-ı Hümayun Kapısı (Saltanat Kapısı) üzerinde bulunan kitabe yazılarından tanıyoruz. Topkapı’da, mükemmel bir harf yapısını yakalayan Ali Sufi’nin kalem hareketlerindeki tatlılık göze çarpıyor. Bununla birlikte girift kompozisyonun güçlüğüne rağmen istifin kusursuzluğu da dikkat çekiyor.  

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Istakoz ve ağır trajedi

Yengeç ailesinin üyelerinden ıstakoz, şık sunumlar eşliğinde lüks davetleri ve en pahalı menüleri süslüyor. Tarih boyunca seçkin sınıfların en özel masalarında yer almasının nedeni leziz eti. Balıkçı tezgahlarında, restoranların özel havuzlarında, iri kıskaçlarını ağır ağır hareket ettirirken görünümü biraz ürpertici. Kalın kabukları yosun tutmuş kayaları, gözleri ise teleskopu andırıyor, ağzı sürekli bir şeyler anlatır gibi. 

Istakozun en tehlikeli düşmanları ahtapot ve insan

Istakozun rengi türüne göre değişiyor. Maviden yeşile, kahverengiden kırmızıya kadar farklı renklerde olanlarına rastlanıyor. Denizlerdeki varlığı 500 milyon yıl öncesine kadar uzanıyor. Temiz sularda, planktonların ve mercan resiflerinin olduğu yerlerde yaşıyor. Ağırlığı 500 gramdan başlayıp 5 kiloyu bulabilen ıstakoz, en çok kayalık deniz diplerini seviyor. İhtiyarlamış olanları iyice ağırlaşmış gövdesini derinliklere saklıyor. En tehlikeli düşmanları uzun, güçlü kollarıyla ahtapot ve elbette insan. Ahtapot, ıstakozun vücuduna sarılıp yapışınca tüm hareket kabiliyetini yok ediyor ve iliğine kadar emip içini bomboş bırakıyor. İnsan ise... 

Balıkçılar ıstakoz peşinde

Beş yaşına basmış bir ıstakozun ağırlığı yaklaşık olarak yarım kiloyu buluyor. Her kabuk değiştirişinde yüzde 20 kadar büyüme gösteriyor. Eskiden ıstakozlar gübre olarak kullanılır, toprağa gömülürmüş. Zamanla eti rağbet görmeye başlayınca en gösterişli sofralar için özellikle avlanır olmuş. Günümüzün kalitesi yüksek ıstakozları, Amerika, Kanada ve Batı Afrika kıyılarında yetişiyor. Eskiden Marmara ve Ege Denizi'nde de bolca rastlanmakla birlikte özellikle son yıllarda suların kirlenmesiyle sayısı hayli azalmış. 

Avlanan ıstakozlar yüksek fiyatlara satılıyor

Istakozun etinin en lezzetli olduğu dönem, kabuk değiştirme dönemi. Bu zamanlarda eti dolgunlaşıyor. Pişirilme yöntemi gerçekten çok ağır bir trajedi. Suyun dışında kalan ıstakoz, salgıladığı sıvı nedeniyle kendi etini zehirleyip yenilmez hale getiriyor. Bu yüzden de aniden öldürülmesi gerekiyor. Istakoz canlıyken ya tuzlu ve sirkeli kaynar suda haşlanıyor ya da ayakları koparılıp kabuğu bıçakla delinerek mangala atılıyor. Pişirilirken çıkardığı yürek kanırtan ses ise kabuğundan geliyor. Istakoz ne kadar acı çekerse çeksin bağıramıyor, çünkü ses telleri yok.