24 Eylül 2013 Salı

Ve Troya düşer

Troya Savaşı, Homeros’un İlyada Destanı’nın konusunu oluşturur. Savaşın kahramanı Troya kralı Priamos’un oğlu Paris’tir. Helena’nın uğruna acımasız bir savaşın başlamasına neden olan Paris, dünyadaki ilk güzellik yarışmasının da hakemliğini yapar.

Efsaneye göre Troya kralı Priamos ile kraliçe Hekabe bebek beklemektedir. Hekabe bir gece kabusla uyanır: Karnından çıkan alevler Troya’nın surlarıNI yalamakta, surları da aşarak hem kenti hem de İda Dağı’ndaki ormanları yutmaktadır. Kral ve kraliçe kahinlere danışmaya karar verirler. Kahinlere göre dünyaya gelecek çocuk, Troya’nın mahvolmasına neden olacaktır!

Kraliçe çocuğun İda Dağı’na bırakılmasını kabul eder.

Peter Paul Rubens, Paris'in Yargısı

Dağa bırakılan çocuğu çobanlar büyütür. Çocuk, yani Paris son derece yakışıklı bir delikanlı olmuştur. Günlerini İda Dağı’nda çobanlık yaparak geçirir. Kral Priamos’un hizmetkarları Paris’in çobanlık yaptığı sürüden çok sevdiği bir boğayı almaya gelirler. Paris hayvanını geri alabilmek için kente gelir, katıldığı oyunu kazanarak boğayı geri kazanır.

Güzelliğiyle ünlü tanrıça Thetis, Zeus tarafından bir ölümlü olan Peleus ile evlendirilir. Nifak tanrıçası Eris, kötü özellikleri nedeniyle düğüne çağrılmaz. Bunun üzerine Eris, tanrılar ve tanrıçalar toplandıkları sırada aralarına üzerinde “En Güzele” yazan bir altın elma fırlatır. Amacı nifak sokmaktır.  

Sandro Botticelli, Venüs'ün Doğuşu'ndan detay 

Tanrıçalardan Athena, Hera ve Aphrodite ‘en güzel’in kendisi olduğunu söyleyerek elmayı almak üzere atılırlar ve kavga çıkar. Zeus, altın elmanın sahibini İda Dağı’nda çobanlık yapan Paris’in belirlemesini ister. Hera, Paris’e Asya İmparatorluğu’nu vaat eder. Athena, bilgelik ve zafer sunar. Aphrodite’nin önerisi ise dünyanın en güzel kadınıdır.

Ve Paris elmayı Aphrodite’e verir.

Dünyanın en güzel kadını Sparta kralı Menelaos’un karısı Helena’dır. Helena ile Paris birbirlerine aşık olurlar ve Menelaos’un hazinelerini de alarak kaçarlar. Sparta Kralı ağabeyi Agamemnon’un başkanlığında tüm Akha krallarını birlik olmaya çağırır. Ordu gemileri ile toplanır ve Troya’ya doğru sefer başlar. 10 yıl boyunca devam eden savaşın ardından kehanet gerçekleşir: Troya düşer.

Altın elmanın sahibi Aphrodite olmuş ve bir şehir yanarak küle dönmüştür.

23 Eylül 2013 Pazartesi

“Hiç savaş kazanmadım”

Yedi Samuray, ‘İmparator’ lakabıyla anılan Akira Kurosawa’nın imzasını taşıyan 1954 yapımı bir Japon filmi. Üç saati aşan ve siyah beyaz çekilmiş Yedi Samuray, dünya sinemasının en önemli filmleri arasında yer alır.

Geleneksel Japon sinemasıyla Batı estetiğini bir arada kullanmayı başaran Akira Kurosawa, gösterişten kaçar; sadeliği ve basitliği özümser. Olayların akışını bozmamak için ilk kez sahnelerde birden çok kameradan yararlanır.


Yedi Samuray, on altıncı yüzyılda Japonya’nın bir köyünde geçer. Herkesçe unutulmuş, derebeylerin yönetiminde inleyen yalnız bir köydür burası. Otorite boşluğundan yararlanan çeteler, sefalet içerisinde yaşayan köylülerin yıllık hasattan elde ettikleri ürünlere zorla el koymaktadır. Umutsuz köylüler kendilerini kurtaracak samuraylar bulmaya karar verirler. Yaşlanmakta olan bir samuray olan Kambei Shimada ile karşılaşırlar. Teklifi kabul eden Kambei, her biri farklı yeteneklere ve kişiliklere sahip beş efendisiz samurayı daha köyü savunmaya ikna eder. Kambei'nin daha önce reddettiği sözde samuray Kikuçiyo tüm karşı çıkmalara karşın grubun peşini bırakmamıştır. Köye vardıklarında Kikuçiyo’nun da aralarına katılmasıyla samurayların sayısı yedi olur.

Köyün savunması için hazırlıklar başlar. Duvarlar örülür, engeller konur, köylülere savaş eğitimi verilir. Olayların birbirini izlediği filmin sonunda savaşı kazanan köylülerdir. En büyük kayıpsa samuraylardadır. Yedi samuraydan hayatta kalanlar, Kambei, Katsushirō ve Shichiroji’dir. Köylüler mutlulukla bir sonraki pirinç ekimini yapmaya koyulurken kendileri için artık bir önemi kalmayan samurayları görmezden gelmeye başlarlar. Samuraylar çiftçiler için savaşı kazanmalarına karşın kendileri için bir şey kazanmamış ve arkadaşlarını yitirmişlerdir. Kambei’nin “Yine biz yenildik. Çiftçiler kazandı, biz değil” sözü filme damgasını vurur. Kambei’nin realist gözlemi, filmin başında söylediği “Hiç savaş kazanmadım” sözünü tamamlar.

22 Eylül 2013 Pazar

“Kara göründü!!!”

Eski çağlarda, deniz fenerlerinin icadından önce gemilerin yolunu bulması için kıyıların yüksek tepelerinde büyük ateşler yakılırmış. Sonrasında liman ağızlarına konan taş sütunlar üzerinde ateşler yakılmaya başlanmış. En eski deniz feneri, MÖ yedinci yüzyılda antik adıyla Sigeon, günümüzdeki adıyla Çanakkale Boğazı’nın Asya yakasında (Kumkale) yapılmış. Dünyanın gelmiş geçmiş en azametli deniz feneri ise Mısır’da, İskenderiye kentinin kıyısındaki bir adada yükselmiş. Antalya’daki Patara Deniz Feneri ise dünyanın en eski deniz fenerleri arasına adını yazmış.   


Mimarı Knidoslu Sostrates olan İskenderiye Feneri’nin yüksekliğinin kaidesiyle birlikte 135 metreyi bulduğu biliniyor. Yansıttığı ışığın 70 kilometre uzaklıktan görülüyor olması İskenderiye Feneri’ni asırlar sonrasında da efsaneleştirir. 

MÖ 282’ye tarihlenen ve Lindoslu Khares tarafından yapılan Colossus heykeli, Rodos’un girişinde bulunurdu. Rivayetlere göre heykel öyle heybetliydi ki ayaklarının biri limanın bir girişine diğeri diğer girişine basardı. Colossus, New York’taki Özgürlük Anıtı’nın esin kaynağıdır.

İstanbul’daki Fenerbahçe Feneri (1562), Kanuni döneminde inşa edilerek Osmanlı’nın ilk deniz feneri olmuş. Rivayetlere bakılırsa İstanbul’un simgelerinden Galata Kulesi de Doğu Roma İmparatoru Anastasius Dilozus tarafından bir fener kulesi olarak inşa ettirilmiş. 


Osmanlı topraklarındaki modern fenerlerin inşası, 1855 yılında Fransızlarla imzalanan bir sözleşmeyle birlikte başlamış. 1857’de Ahırkapı Feneri’nin yapımını, 1856’da Fenerbahçe Feneri ve Kızkulesi, Rumeli Feneri ve Anadolu Feneri izlemiş.

Bugün, Türkiye sınırları içindeki 422 deniz feneri kıyılarımıza ışık tutuyor. Fenerlerin 37’si Boğaziçi kıyılarında ve adalarda... Rumeli yakasında olan fenerler yeşil, Anadolu yakasında olanlarsa kırmızı renkte ışıklarla selam veriyor kıyı özlemi çeken denizcilere.

Geceler boyu masal, “Elf Leyle ve Leyle”

Binbir Gece Masalları’nın bildiricisi efsanevi Pers Prensesi Şehrazat’tır. Masallardan oluşmuş bir labirentin içinde bir öyküden diğerine geçer Şehrazat. O masallarını anlattıkça uyku tatlı sarhoşluğunu yanına alarak terk eder geceyi, ta ki şafak sökene kadar.


Efsaneye göre eski Hint ve Çin diyarlarında hüküm süren Pers Şehinşahı (Şahlar Şahı) Şehriyar, sarayından uzaklaşmak zorunda kalır. Sarayda bir şey unuttuğunu fark ederek aniden geri döner. Bu sırada eşini zenci kölelerden birinin kollarında bulur. Eşini ve köleyi oracıkta kılıcıyla öldürür. Bu sadakatsizliğin üzerine tüm kadınlardan intikam almaya ant içer.


Şehriyar her gün bir kızla evlenir ve beraber oldukları gecenin sabahı kızın kafasını vurdurur. Güzelliğiyle ve aklıyla hayranlık uyandıran vezir kızı Şehrazat, babasının tüm itirazlarına rağmen Şehriyar ile evlenmeye karar verir. Evlendikleri gece hükümdarın yanına gitmeden önce Şehrazat son bir dilekte bulunur. Dileği kardeşi Dünyazat’ı görmektir. İki kız kardeş birbirlerine sarıldıklarında Dünyazat da Şehrazat’tan bir dilekte bulunur: “Ne olursun ablacığım, o güzel masallarından birini son defa bana anlat!” 


Şehrazat, efsunlu sesiyle güzel masallarından birini anlatmaya başlar. Şehriyar da yattığı yerden Şehrazat’ın anlattığı masalı dinlemektedir. Yeni evliler baş başa kalınca Şehriyar Şehrazat’dan bir masal da kendi için anlatmasını ister. Ve Şehrazat, masallardan bir labirent kurmaya başlar. Masalın en heyecanlı yerinde, gün ağarmaya yakın “Gündüz masal anlatılmaz!” diyerek yarıda bırakır anlatısını. Öykünün devamı ertesi gece tamamlanacaktır. Yarım kalan masalı bir diğeri, sonrakini bir diğeri izler. Bir masal, bir masal daha… Şehrazat binbir gece boyunca masallar anlatır, Şehriyar ise binbir gece boyunca bu masalları dinler. Binbirinci geceye geldiklerinde artık anlatacak masalının kalmadığını söyler Şehrazat. Binbirinci gecede Şehriyar, Şehrazat’ı sevdiğini ve ona güvendiğini fark eder. İkisinin binbir gece boyunca üç oğlan çocukları olmuştur.

Arap matematik çevrelerinde 1.000 sayısının kavramsal karşılığı sonsuzluktur. Masallara sonsuzluk düşüncesini sembolize etmek üzere Binbir Gece Masalları, “Elf Leyle ve Leyle” ismi verilmiştir. Belki de bu nedenle eserdeki tüm öyküleri dinleyen kişinin delireceğine dair bir efsane doğmuştur. Ve yine bir başka rivayete göre bugüne dek Binbir Gece Masalları’nı baştan sona dinleyen çıkmamıştır.