22 Ağustos 2013 Perşembe

Erol Akyavaş retrospektifi için son günler

Erol Akyavaş:
“İslami bir geleneğin çağdaş resimle ifadesi gibi belki büyük ve hiç mi hiç moda olmayan bir yola girdim.”


İstanbul Modern’in düzenlediği ‘Erol Akyavaş-Retrospektif’ sergisi son günlerine girdi. Sergi 25 Ağustos’ta son buluyor.

Sanatçının 1950’li yıllarda başlayan ve 1990’lı yılların sonuna uzanan yarım asırlık sanatsal birikimini ortaya konan sergi, yaklaşık 290 yapıtlık bir seçkiden oluşuyor.

1932 yılında, İstanbul’da doğan Erol Akyavaş, bir süre mimarlık ve fotoğrafçılıkla ilgilendi. Tüm yaşamını resim yaparak geçiren sanatçı, sayısız anlam ve imge üretti. 1960’larda soyut ve figüratif resimler yaptı, ‘Hallac-ı Mansur’ ve ‘Miraçname’ gibi tarihi hikayeleri anlattı. Hat sanatını, özellikle vav harfini ve Kabe’yi resimledi. Avuç içinden bir oda büyüklüğüne çeşitli boyutlardaki yapıtlarına hayallerini, korkularını kattı. 1999 yılında aramızdan ayrıldı.

20 Ağustos 2013 Salı

Karanlığa yanan ışık

Mumun ışık kaynağı olarak kullanıldığı ilk uygarlık Eski Mısır. Mısır ve Girit’te ele geçen tarihi şamdanlar da bunun en önemli işareti. İlk mumlar ana malzemesi hayvansal yağlar olan, özellikle koyun ve sığırdan elde edilen iç yağlardan hazırlanan yanıcı bir yığın halinde. Mum, ancak Roma döneminde günümüzdekine benzer bir şekle kavuşuyor. 


Ortaçağ Avrupasında arıcılığın gelişmesi sonucunda balmumunun mum yapımında kullanılması yeni ve daha ışıklı bir dönemin kapılarını aralıyor....
18’inci yüzyılda gözü pek denizciler, son derece kıymetli bir ete sahip olan ispermeçet balinalarının peşine düşüyorlar. İspermeçet balinalarının baş kısımlarında bulunan büyük miktardaki yağlar, mum yapımında kullanılmaya başlanıyor.

Mum ve mum yapımının dönüm noktası 19’uncu yüzyıl. Fransız kimyacı Michael Eugene Chevreul, hayvansal yağların içindeki yağ asitlerini özellikle de önemli bir yağ asidi olan stearin asidini keşfediyor. Bu keşif, mum üretiminde bir çığır açıyor.


Mumlar geçmişte pek çok dinde ve dinsel ayinlerde kullanılmış. Bazı inançların mabetlerinde mumun varlığı bugün de geçerliliğini koruyor.

Uzak Doğu felsefesi Feng Shui’de de özel anlamlara sahip mum. Mor renkli mumun evde zenginlik ve bereketi artırdığına inanılıyor. Pembe mumun, sevgili ve eşle olan ilişkilere sıcaklık kattığı ve dayanışmayı artırdığına dair inanç oldukça yaygın. Yine aynı felsefeye göre mumda yeşil, yaratıcılığı artırıyor ve bulunduğu ortama ferahlık duygusu veriyor. Aşkı kuvvetlendiren kırmızı mum, enerji ve sevgi saçıyor. İlişkilerde iletişimi artırdığına inanılan mavi mum, dürüstlüğün ve saflığın etkilerini saklıyor.

Hayatın birçok alanında büyülü atmosferiyle karşımıza çıkıyor mum.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

“Beklemesini onlar kadar bilen yoktu”

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun esas kahramanı bulunmak zorunda olduğu yerde, bir hastanededir. Hasta çocuklar, yanlarında ailelerinden bir büyük, endişeli yüzler, iyot ve eter kokusu. Roman, yalnız ve hasta bir gencin temiz aşkını ve aşkıyla birlikte büyüyen derin ısdırabını konu edinir.

Peyami Safa, 1899 yılında İstanbul’da doğdu. Sivas’a sürgüne gönderilen babası orada ölünce Safa iki yaşında hayatla yüzleşti. Sekiz-dokuz yaşlarındayken bir kemik hastalığına yakalandı. Hekimler kolunun kesilmesine karar verseler de Safa bunu kabul etmedi. Hasta olduğu yıllarda yaşadıklarını Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında anlattı.

Peyami Safa

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, psikolojik bir romandır. Olaylar, izlenimler, duygu ve düşünceler kahramanın dilinden kaleme alınmıştır. On beş yaşındaki roman kahramanı sekiz yaşından bu yana sol dizindeki meçhul hastalıkla mücadele etmektedir. Muayene odalarının önünde senelerce beklemiştir, hâlâ beklemektedir.

Sevdiği kız Nüzhet hercaidir.
“Havuzda yıldızların aksine bakıyoruz; fakat aynı şeyi hissettiğimizden emin olamamak azabı içindeyim” sözleriyle ifade eder karşılıksız hislerini.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda hasta gencin ruh hali keder, korku, yoksulluk, ölüm, yalnızlık ve kader etrafında karanlıktır. Defalarca gidilmiş hastane yolu, beyaz önlüklü hemşireler, hekimler; ilaç kokuları, kanlı pamuklar arasında bacağını kaybetme korkusu. Romanın sonunda operatör müjdeli haberi verir:
“Bacağın kurtuldu. Fakat yere basmayacaksın!”
Nüzhet’ten kart gelmiştir. Ziyaret edemediği için af istemektedir. Hastalar affetmesini bilseler de “Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.”

Güzel ve yeşil Bursa

Bursa’nın fethi, Osmanlı Beyliği’nin kurucusu Osman Bey’in en büyük arzularından biriydi. Ancak ömrü bu emelini gerçekleştirmeye vadetmedi. Oğlu Orhan Bey’in ilk icraatı, babasının yarım kalan arzusunu yerine getirmek oldu.

Güçlü akıncılarıyla Bursa önlerine kadar dayanan Osman Bey, bu amaçla iki kule yaptırmıştı. Oğlu Orhan Bey, babasının inşa ettirdiği kulelerin yardımıyla kenti gözetim altına aldı ve Bursa, 6 Nisan 1326 tarihinde fethedilerek Türk egemenliğine geçti. 

Bursa'dan bir ev

Yıldırım Beyazıt döneminde Bursa, anıtsal eserlerle doldu ve yüzyılının en meşhur kenti haline geldi. Bursa’daki ulu camii ile Yıldırım semtindeki külliye onun döneminde yapıldı. Buradaki darüşşifa ise ilk Osmanlı hastanelerinden biri olarak tarihe geçti.

Fetret Devri’nin kapanmasından sonra Çelebi Mehmet, Bursa’yı yeniden ayağa kaldırmak için imar çalışmalarını başlattı. Yeşil semtine cami, medrese ve imaretiyle muhteşem bir külliye inşa ettirdi. 

Bursa Ulu Camii'nden detay

Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılındaki fethiyle birlikte İstanbul başkent kabul edilse de gün gelip tüm dünyaya hükmedecek Osmanlı Devleti’nin temellerinin atıldığı kentti Bursa. Dolayısıyla her dönemde değerli görüldü, Osmanlı sultanları tarafından her daim ziyaret edildi. 

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Hat sanatından yola çıkarak resme varış, Hoca Ali Rıza

Eski Boğaziçi’nin sularının serinliğini hissediyor, yemyeşil yamaçların gölgeliklerinde dinlenen eski İstanbulluları seyrediyoruz Hoca Ali Rıza’nın resimlerinde. Fıstık çamlarının kokusunu duyuyor, Üsküdar’daki tarihi bir çeşmenin suyundan içiyoruz. Türk evlerini ve sokaklarını kedisi, güverciniyle tasvir eden Hoca Ali Rıza; mezarlıkları, ibadet yapıları, kır kahveleriyle Türk yaşamını anlatıyor. 

Hoca Ali Rıza, peyzaj

1858 yılında İstanbul’da doğan ressam, “Üsküdarlı Ali Rıza” adıyla anılır. Babasından hat sanatının inceliklerini gören ve onun yeteneğini alan Ali Rıza Bey, çok küçük yaşlarda resimle ilgilenmeye başlar.

Ali Rıza Bey’in doğa tasvirleri kendi içinde çeşitlilik gösterir. Sahil, deniz, deniz ve kayalık, ağaç ve kayalık, kıyı ve orman, dere, köprü, çeşme, dini yapılar, harabe, mezarlık, mehtap ve yol temalarını çalışır. Ali Rıza Bey’in resimlerinde deniz romantik ve özgür, figürler huzurludur. 

Hoca Ali Rıza, peyzaj

Ali Rıza Bey kimseyi kırmaz, kendinden resim isteyenleri reddetmez. Güzelliğiyle kendine hayran bırakan bir gülü koparmaktansa resmini yapmayı tercih eder.

Bir gün, öğrencilerinden Nazmi Ziya Güran’la birlikte Çamlıca’ya resim yapmaya giderlerken yokuşu tırmanmaya çalışan bir atlı arabayla karşılaşırlar. Arabacı yükü tıka basa doldurmuş ve zavallı at dik yokuşu çıkmakta zorlanmaktadır. Yüreği bu manzarayı kaldırmayan Ali Rıza Bey, üniformasını ve resim kutusunu arabaya koyarak “Haydi Nazmi Bey” der. Yokuş bitene kadar arabayı beraberce iterek zavallı atın yükünü biraz olsun hafifletirler.

Ali Rıza Bey, 20 Mart 1930 tarihinde vefat eder.